Kar Korsanları – Faruk Hacıhafızoğlu (2015)

“Kaç kere söyledim size: Terekeme, Azeri, Laz, Yerli, Kürt yok! Herkes Türklüğünü bilecek, Türk gibi davranacak. Bilmeyen, haddini bilecek!”

12 Eylül darbesinden sonraki ilk ve çok soğuk geçen kış mevsiminde üç çocuğun bir ara tatil boyunca evlerine kömür getirebilmek için uğraşırken yaşadıklarının hikâyesi.

Ülkenin üzerine kâbus gibi çöken askerî darbenin sıcaklığı ile Şubat ayının soğukluğunun hayatlarını derinden etkilediği ve şekillendirdiği üç çocuğun hikâyesini anlatan filmin senaryosunu yazan Faruk Hacıhafızoğlu’nun yönetmenliğini de üstlendiği Türkiye yapımı film bir büyüme hikâyesini toplumsal gerçekleri de gözeterek anlatan ilginç bir yapıt. Tümü amatör olan ve o tarihte ilk kez kamera karşısına geçen oyunculardan kurulu kadrosunun -arada aksamalar olsa da- doğal performansları, bir manifesto olmaya soyunmadan politik ve toplumsal eleştirileri dile getirebilmesi, Türksoy Gölebeyi’nin karın parlak beyazlığını ve tüm o beyazlık içinde yaşananları sade ve zarif bir biçimde karşımıza getiren görüntüleri ve yoksulluğun ve yoksunluğun da içinde olduğu sorunları dürüst bir biçimde karşımıza getirmesi ile önemli olan film kesinlikle ilgiyi hak ediyor.

Kars doğumlu olan ve çocukluğunu orada geçiren Hacıhafızoğlu kendi kişisel anılarından da esinlenerek yazmış hikâyeyi ve tümü ile çocukların gözünden seyirciye yansıyan bir dünya yaratmış. Sinemamızdaki 12 Eylül filmleri arasına rahatlıkla koyulabilmesini sağlayacak içeriğine rağmen, Hacıhafızoğlu’nun özellikle politik olmaya soyunmaması ve bir yandan çocukluğun “büyülü gerçekliği”ni özenle sergilerken, diğer yandan yaşamımızın bu döneminin içinde bulunduğumuz toplumsal koşullar tarafından -olumlu ve olumsuz anlamlarda- nasıl şekillendirildiğini de gösterebilmesi filmin takdire hak edilen yönleri arasında. Bir çocuğun, gördüğü bir filmi (atından trene atlayan bir adam ve yumuruk yumruğa dövüşenler, anlatılanın bir aksiyon filmi olduğunu gösteriyor) arkadaşlarına anlattığı karlı bir manzara ile açılan hikâye benzer bir sahne ile kapanırken, Hacıhafızoğlu’nun filmine neden “Kar Korsanları” adını verdiğini de açıklıyor bir bakıma bu tercih. Kar gerçekten de filmin karakterlerinden biri olmuş; çocuklar farklı maceralarını beyaz bir yüzeyin parlak ve soğuk görünümü üzerinde yaşıyorlar sürekli olarak. Kardan adam yapan birkaç kızı da görüyoruz ve hikâyenin kahramanları olan üç oğlan çocuğu da ev yapımı kızakları ile karda kayıyorlar arada ama film karı bir eğlence aracı olarak değil, üzerinde bulunulan topraklardaki yaşantılara biçim veren bir unsur olarak kullanıyor başarılı bir şekilde. Türksoy Gölebeyi’nin karın göz kamaştırabilecek beyazlığını yansıtmaktaki başarısı ve kameranın yumuşak ve doğal kullanımının güçlendirdiği sinema dili de doğanın bu güzel olayının hikâyenin ayrıl(a)maz bir parçası olmasını sağlıyor.

Aslında “Kömür Korsanları” da olabilirmiş filmin adı. Şehre bir türlü gelmeyen ya da yetersiz miktarda gelen kömürün peşinde koşuyor üç çocuk, etraflarındaki pek çok kişi gibi. Son yılların en sert kışının yarattığı kömür ihtiyacını karşılayabilmek için, özellikle kaloriferli resmî binaların “kazan artıkları”nı eşeleyerek çuvallarına doldurdukları ile evlerini ısıtmanın telaşındadır kahramanlarımız. Bu artıklar için, yaşadıkları yerdeki arayışları ve benzer hedefleri ile olan kapışmaları bir ilk gençlik romanı tadındaki maceraların parçası yapıyor çocukları; bu maceralar çok büyük ve trajik değil, tıpkı gerçek hayatta da olduğu gibi ama o çocuklar için elbette oldukça büyülü ve ömür boyu hatırlanacak anılar olacaktır bunlar.

Okuldaki kara tahtada 6 Şubat 1981 tarihini görüyoruz bir sahnede. 12 Eylül darbesinin üzerinden 5 ay geçmiştir, geceleri sokağa çıkma yasağı vardır ve her yerde askerlerin varlığı hissedilmektedir. Vedat adındaki genç üniversite öğrencisinin tedirginliği ve başına gelenler ülkedeki askerî yönetimin varlığının tek sonucu değil filmde gördüğümüz; darbeci beş paşanın televizyon görüntüleri ve radyo ya da televizyondan sık sık kulağımıza gelen Güvenlik Konseyi bildirileri yönetimin varlığını her an hissetmesini sağlamaktadır halkın. Çocuklar da bu varlığın farkında olurlar benzer nedenlerle ama onlar için, tanık oldukları korkunç bir eylemden sonra bile, bu varlığı anlamlandırmak çok da kolay değildir elbette. Hacıhafızoğlu’nun senaryosu özellikle onların okullarındaki sınıflarında yaşadıkları üzerinden daha da açık bir eleştiriye soyunmuş. Öfkeli bir ânında boş bulunup Kürtçe konuşan çocuğun neden olduğu ölüm sessizliğinin önemli bir örneği olduğu bu eleştiri öğretmenlerden birinin devletçi ve milliyetçi söylemleri, bir eğitim aracı olarak dayak (atana da yiyene de travma yaratacak uygulamaları var filmde bu eylemin) vs. gibi farklı olgularla da destekleniyor. Askerî disiplin üzerine kurulu bir yönetim anlayışının sivil hayata da geçirilmesi hedefine uygun sonuçlar bunlar kuşkusuz.

Mehmet Ünal’ın hikâyenin ruhuna ve atmosferine çok uygun ve hikâyeden bağımsız olarak kendi başına da çekici olan müziklerinin desteklediği film çeşitli kültürel ve tarihsel olguları da izlediğimiz yaşamların bir parçası yapmış. Belki her zaman yeterince güçlü ve organik değil (eski bir anıttaki kabartma figürlerin pozlarının çocukların oyununun bir parçası olması gibi) bu ilişkilendirmeler ama yine de sinemamızda nedense sıklıkla ihmal edilen bir alanda harcanan bu çaba kesinlikle değerli ve önemli. Televizyonun o dönemdeki öneminden ve sıradan insanların yaşamındaki yerinden de sık sık yararlanmış hikâye: Siyah-beyaz ve tek kanallı televizyonlarda herkesi ekran başına toplayan artistik patinaj yarışmaları (bugün kesinlikle hayal edilemeyecek bir durumdu bu), “Beyaz Gölge” dizisi (Ken Howard’ın başrolde olduğu ve bizde de müthiş bir popülaritesi olan “The White Shadow” adlı televizyon dizisi) ve Falconetti karakterinin (Bizde “Zengin ve Yoksul” adı ile yayınlanan “Rich Man Poor Man” adlı televizyon dizisinin kötü adamı) hayranı olan çocukların kahramanları da Kaptan Swing, Çelik Bilek ve Yılmaz Güney’dir. Çocuklardan Kürt olanıdır elbette Güney hayranı olan.

Bilinen ya da alışılan anlamda bir hikâyesi yok filmin ve zaten böyle bir derdi de bulunmuyor. Ara tatilde geçen birkaç günü anlatıyor film ve çocuklarına hayatlarının her alanında bir travma yaratan ve onların masumiyetini yıkıcı bir şekilde yok eden bir toplumun resmini çiziyor bize. Bunu yaparken de didaktik olmaktan kaçınan ve yorumlamak yerine, sergilemeyi tercih eden; dedenin gölge oyunu oynayarak anlattığı masaldaki kuşun bir artistik patinajcıya dönüşmesi gibi sıcak ve çekici anları da olan yapıt “Kahrolsun Faşist Conta” demek gerektiğini de hatırlatan, samimi ve dürüst bir çalışma. Gereksiz uzun planlardan özenle ve çok doğru bir şekilde uzak duran yapıtta yönetmenin, çocukluğun dinamizmini yansıtacağına inandığı omuz kamerası kullanma hedefinin görüntü yönetmeninin geçirdiği kaza sonucu kolunu rahat kullanamaması nedeni ile nispeten statik bir dile dönüştüğünü ama bunun aslında hikâyeye daha yakışmış göründüğünü de belirtelim son olarak.

(Visited 102 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir