Kings Go Forth – Delmer Daves (1958)

“O hafta iki ayrı savaşa katıldım: Ordununki ve benimki. Ordununki kolay olanıydı”

İkinci Dünya Savaşı sırasında, Fransa’da aynı kadına aşık olan iki Amerikalı askerin hikâyesi.

Joe David Brown’un aynı adlı romanından Merle Miller’in senaryosu ile sinemaya uyarlanan bir İkinci Dünya savaşı ve aşk filmi. Üç ünlü oyuncusu ile beklentiyi yüksek tutan film tüm iddiasının aksine bir türlü güçlü bir esere dönüşememiş ve bir klasik olamamış ama yine de eski Hollywood havasından getirdiği esintiler ile ilgi çekebilecek bir çalışma. Üstelik o dönemde pek de alışılmadık bir şekilde siyahlara yönelik ırk ayrımını üstelik doğru bir duyarlılık ile gündeme getirmek gibi takdir edilecek bir yanı da var.

Filmin yönetmeni Delmer Daves yönetmenliği kadar, belki ondan da çok senaristliği ile tanınan bir tipik Hollywood yönetmeni. Tipikliği de örneğin bir Avrupa sinemasındakinin aksine yönetmenin filme katkısının elindeki malzemeyi, temel olarak senaryoyu ve oyuncuları, popüler beğenilere hitap edecek şekilde seyircinin karşısına çıkarmaktan öteye geçmemesinde yatıyor. Bu film için söz konusu iki temel malzemeye baktığımızda gördüklerimiz ise çok parlak değil ne yazık ki. Senaryo İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru Fransa’da aynı kadına (burada doğup büyüyen ama ebeveynleri Amerikalı olan bir kadın) aşık olan iki askeri ve çatışmalarını anlatırken ve bu hikâyeye çekiciliğini artıracak bir şekilde eklenmiş olan ırk farklılığı “problemini” işlerken bir takım temel problemler yaşıyor ne yazık ki. Savaşın ortasında yaşanan hikâyede kahramanlarımızın savaş sahneleri bir kenara bırakılırsa nerede ise savaş sırasında değil de savaştan sonra Amerikan askerlerince işgal edilmiş bir Fransız şehrinde geçtiğini düşünebilirsiniz olan bitenin. Bu nedenle savaş sahneleri diğer sahnelerden hayli kopuk duruyor ve finalde biri diğerinden öldüresiye nefret eden iki adamın potansiyel olarak etkileyici bir düşünce olan birlikte ölümcül bir göreve gitmeleri fikri hariç tutulursa, filme aksiyon açısından da bir katkıda bulunmuyor. Evet, potansiyel olarak etkileyici bu ölümcül görev çünkü Daves sıkı bir dayanışma içinde olmaları gereken ama bu ruh halinden çok uzak olan iki askerin yaşadığı gerilimin sinemasal karşılığını yeterince üretemiyor. Senaryonun bir diğer sıkıntısı da Sinatra’nın canlandırdığı karakterin sık sık ve gereksiz bir şekilde karşımıza gelen dış sesle anlatıcı olarak çıkması. Bu sesin varlığı hem filmin finali ile ilgili gereksiz bir ipucu veriyor hem de bize söyledikleri ya hikâyeye dramatik anlamda bir katkısı olmayan şeyler ya da sinemasal karşılıkları başka türlü bulunması gereken ifadeler. “Daha sonra yemek yedik ve bana evi gezdirdi” cümlesinden sonra evi gezen karakterleri gördüğümüz sahne katkısı olmayan türden anlatıcı sese en iyi örnek olarak gösterilebilir.

Daves’in elindeki diğer malzeme olan oyuncular ise üç büyük Hollywood yıldızı. Askerlerden yaşça büyük ve halkın içinden gelmiş olanını canlandıran Frank Sinatra ikinci yarıda toparlasa da özellikle ilk yarıda donuk bir performans sunuyor. Zengin, güvenilmez ve şımarık olan genç askeri canlandıran Tony Curtis ise filmin en kayda değer performansını sergilese de, biri arzu ettiğine ulaşmak için çalışmak zorunda olan, diğeri ise istediklerini sadece dile getirmekle elde etmeye alışmış iki erkek arasındaki çatışmanın elle tutulur bir şekilde oluşturulamamış olmasının gadrine uğruyor. Babası siyah annesi beyaz olan melez kadını canlandıran Natalie Wood ise senaryonun karakterine pasif bir rol biçmiş olmasının acısını çekiyor ama güzelliği ile kendisini seyrettiriyor yine de. Önceleri siyah oyuncu Dorothy Dandridge için düşünülen rolün sonradan ebeveynleri Rus ve beyaz olan Wood’a verilmesini ise Hollywood’un garipliklerinden biri olarak not edelim.

Fransa’ya, Fransızlara ve özellikle de Fransız Rivierası’na hayli olumlu yaklaşan film bu ülkeye asıl övgüsünü ise hikâyede özel bir yeri olan ırkçılık konusunda dillendiriyor. Kadının babasının siyah olması Sinatra’nın karakterinin -yetiştiği toplumun koşullandırmaları nedeni ile- başta ürkmesine neden olurken, Curtis’in karakterinin ise kadına ikinci sınıf olarak bakmasına yol açıyor. İşte tam da burada film Fransızların renk farklılığını bir problem olarak görmemeleri üzerinden Fransa’ya övgü ile yaklaşırken Amerikan toplumunu da –filmin 1958’de çekildiği düşünülürse ilginç denebilecek bir şekilde- eleştiriyor.

Özellikle ilk yarısında bir türlü akıcı bir şekilde ilerleyemeyen film kusurlarına rağmen ilgi çekebilir yine de. Irk ayrımındaki doğru tutumu, yeterince güçlü performansları olmasa da Sinatra, Curtis ve Wood’un varlıkları ve 1950’lerin klasik Hollywood’undan getirdiği esintileri ile bu film özellikle “eskilerden” hoşlananların kesinlikle ilgisini çekecektir. Filmi seyrettikten sonra seyir zezkini tamamlamak için yapılacak en doğru şey Yves Montand’ın yorumundan “Sous le Ciel de Paris” şarkısını dinlemek olur sanırım.

(“Krallar Önde Gider”)

(Visited 269 times, 5 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir