La Peau Douce – François Truffaut (1964)

“Öğrendim ki erkeklerin mutsuzluğu kendilerine ait odalarında sakin kalamamalarından kaynaklanıyor”

Küçük bir kızı da olan evli bir yayımcının tesadüfen tanıştığı bir hostesle yasak aşkının hikâyesi.

Senaryosunu François Truffaut ve Jean-Louis Richard’ın yazdığı ve Truffaut’nun yönettiği bir Fransa-Portekiz ortak yapımı. Yönetmenin senaryosunu bir gazetede okuduğu haberden yola çıkarak hazırladığı film onun büyük ilgi toplayan ilk eserlerinin (“Les Quatre Cents Coups – 400 Darbe”, “Jules et Jim – Unutulmayan Sevgili” vs.) gölgesinde kalan, 1964’te Cannes’da gösterildiğinde pek beğenilmeyen ve gişede de kayda değer bir başarı sağlayamayan bir çalışma olmuş. Bir kısmı Portekiz’de, Fransa’daki sahnelerinin bir kısmı ise Truffaut’nun kendi evinde çekilen film bugün ise hayranları olan ve zamanında haksızlık edildiği düşünülen bir eser olarak dikkat çekiyor. Yeni Dalga akımının örneklerinden biri olan çalışma o akımın izlerini taşıdığı gibi daha kurallı bir sinemaya yakınlığı ile de kendisini gösteren ve yönetmenin Hitchcock hayranlığından esintiler de içeren bir film. “Orta yaşlı bir adam, karısı ve genç sevgilisi hikâyesi” sinemada çok anlatıldı kuşkusuz; ama bu film şaşırtan sonu, Truffaut’nun özgün sinemasının dokunuşları ve oyuncularının başarısı ile ayrılıyor benzerlerinden ve görülmeyi kesinlikle hak eden bir çalışma oluyor.

Filmin zamanında yeterince ilgi görmemesinin temel nedeni belki de Truffaut’nun önceki filmlerinde yakaladığı ve sinemaya yeni bir soluk getiren özgünlükten uzak görünmesi; bir başka ifade ile söylersek, filmin yüksek beklentiyi karşılayamamış olması neden olmuş bu tepkiye. Evet, belki çok özgün bir film değil bu ve Truffaut’nun önceki filmlerinin çarpıcı farklılığını taşımıyor ama zarif anlatımı, yalın hikâyesini bir şekilde ilgi çekici kılmayı başarması ve çarpıcı sonuna seyirciyi akılıca hazırlaması kesinlikle önemli kılıyor bu çalışmayı.

Fransız Le Figaro gazetesinin “Müziğin Mozart’ı” olarak adlandırdığı Georges Delerue’nün müziğinin eşlik ettiği ve birbirlerine dokunan iki farklı insanın ellerinin görüntüsü ile açılıyor film. Ellerden biri parmağındaki yüzükten evli olduğunu anladığımız bir erkeğe, diğeri ise bir kadına ait. Raoul Coutard’ın görüntülediği bu hareketli eller bir aşkın ve cinselliğin iması olurken, seyredeceğimiz hikâye için de önemli ip uçları veriyorlar bize. Delerue’nün Hitchcock filmlerine de yakışacak bir havası olan ve zaman zaman gerilim tonlarına da (Uçağa yetişme telaşına tanık olduğumuz bölümdeki gibi bazı anlarda zorlama bir gerilim yaratmış Truffaut açıkçası) bürünen meloedilerinin eşlik ettiği hikâye Balzac üzerine bir konferans vermek ve bu yazar üzerine yazdığı kitabı tanıtmak için Lizbon’a giden bir yayımcının uçakta tanıştığı bir hostesle olan yasak ilişkisini ve bu ilişkiye üç farklı karakterin (adam, karısı ve hostes) verdiği tepkileri anlatıyor bize temel olarak. Kısacası evli bir erkeğin karısını aldatma hikâyesi seyrettiğimiz. Adam ile hostes kadının uçaktaki ilk göz göze gelme anlarından başlayarak Truffaut bize bir ilişkinin başlayacağını hissettiriyor ve örneğin kadının uçakta iniş öncesi ayakkabılarını değiştirme sahnesinde olduğu gibi ilişkinin sahip olduğu kışkırtıcılığı da zarif bir şekilde sergiliyor.

Film bir adamın aldatmayı “becerememesi”ni de anlatıyor bir bakıma. Oldukça ihtiyatsız ve acemi davranan adamın bu beceriksizliği karakterlerden ikisi için trajik bir sona yol açacaktır üstelik ve hikâye trajik sonu ile aslında bir “başarısızlık hikâyesi” olduğunu vurgulamaktan da çekinmeyecektir. Tüm hikâye boyunca yaşananlar (adamın kadınla yalnız kalabilmek için giriştiği ve kimi zaman acınası bir gülünçlük içeren oyunlar, odaların saatlik/gecelik kiralanabildiği bir evde hissedilen mahcubiyet, inkâr etme sahnesindeki acemilik vs.) adamın sonuna da hazırlıyor bizi doğru bir şekilde. Film adam ile sevgilisi arasındaki aşkı ve yakınlığı kimi zarif sahnelerle anlatırken bir uyumsuzluğu da hep gündemde tutmaktan geri kalmıyor. Örneğin kızın kot giymesine verilen tepki, bir restoranda kızın yüksek sesle konuşmasından duyulan rahatsızlık veya kızın tek başına dans etmesi bir uyum eksikliğini canlı tutuyor ilişkinin başından itibaren. Bunu da katarak, hikâyenin bir aldatma hikâyesinden çok, bir aldatmayı yürütememe hikâyesi olduğu söylenebilir rahatlıkla. İşte bu hikâyeyi anlatırken bir ahlâk dersinin peşine düşmüyor Truffaut. Burada ilginç bir not düşmekte yarar var: Farklı bir şehirde André Gide üzerine bir konuşma yapma davetini sevgilisi ile baş başa kalabilmek için kabul eder adam ve konuşma bir belgesel filmin gösteriminin öncesinde yapılacaktır. Gösterilecek film Marc Allégret’nin “Avec André Gide” adlı belgeselidir ve bu ünlü Fransız yazar (Gide) hayatı boyunca iki farklı kişilik özelliğinin (yetiştirilme tarzından kaynaklanan Protestan tutuculuk ve doğasından kaynaklanan (eş)cinsel karakteri) arasında kalmış ve eserlerinde de ahlâki sorgulamalara girişmiş bir sanatçı. Truffaut’nun özellikle bu yazarı anlatan bir filmi seçmiş olması belki de hikâyesinin baş karakterinin bu türden bir ahlâki sorgulamaya uzun bir süre hiç girişmemiş olmasının altını çizmek içindir.

Truffaut çok fazla biçimsel oyunlara başvurmuyor filmde ama Hitchcock etkisinin damgasını vurduğu tüm bir son bölüm ya da kimi sembolik unsurlarla bir farklılık yaratıyor. İkincisine örnek olarak ışığı açma ve kapatma sahnelerini gösterebiliriz. Karısının onu gafil avladığı bir sahnede ışığın aniden yakılmasından karakterlerin bulundukları odaların ışıklarını sürekli açar veya kaparken gösterilmelerine kadar Truffaut bu hareketleri açıklık ile gizlilik veya mutluluk ile mutsuzluğun sembolleri olarak değerlendirmiş gibi görünüyor. Yoruma açık bir başka kullanım şekli ise, iki farklı kadının iki farklı sahnede peşlerine düşen ve askıntılık eden erkeklere verdiği tepkilerin farklılığı: Hostes ısrarla peşinden gezinen adamdan kaçarken, adamın karısı oldukça sert bir tepki veriyor erkeğe.

Başrollerdeki Jean Desailly, üç yıl sonra bir trafik kazasında hayatını kaybeden Françoise Dorléac ve Nelly Benedetti’nin rollerinin hakkını verdikleri ve Truffaut’nun Alfred Hitchcock’un yanında Claude Chabrol ve Éric Rohmer’den de izleri taşıdığı film 40 yaşlarında bir adamın yönetemediği duygularının yol açtıklarını uygun bir dozda soğukluğu da barındıran bir şekilde anlatan bir çalışma. Zamanında haksızlığa uğrasa da bugün değeri daha iyi bilinen bu Truffaut filmini görmekte yarar var.

(“The Soft Skin” – “Yumuşak Ten”)

(Visited 228 times, 5 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir