La Tierra y la Sombra – César Augusto Acevedo (2015)

“Bırak, gitsinler. Onları da kendinle birlikte dibe sürükleme”

Oğlunun hastalanması üzerine, on yedi yıl önce terk ettiği ve karısının, oğlunun, gelininin ve torununun yaşadığı eve dönen bir adamın hikâyesi.

Kolombiyalı sinemacı César Augusto Acevedo’nun yazdığı ve yönettiği film kendisinin ilk sinema çalışması ve 2009’dan beri süren hazırlık ve finansman bulma çabaları sonucunda çekilebilmiş. Kolombiya, Fransa, Brezilya, Şili ve Hollanda ortak yapımı olan film, Acevedo’nun çocukluğundan esintiler taşıyan bir hikâyeye sahip ve ülkenin şeker kamışı plantasyonlarında çalışan yoksul emekçi ailelerden birine odaklanıyor. Biri dışında tümü ilk kez bir filmde rol alan oyuncuları, sakin ama dokunaklı dili, belgesele yakın duran bir yönetmenlik ve görüntü anlayışı ve gerçekçilikten hiç sapmaması ile dikkat çeken başarılı bir film bu ve kazandığı pek çok ödülün içinde Cannes’da aldığı ve ilk filmlere verilen Altın Kamera da var.

İki yanında şeker kamışları olan toprak bir yolda elinde bavulu ile yürüyen bir adamın görüntüsü ile açılıyor film; sonra hızla geçen bir tır adamı toz içinde bırakıyor. Evet, toz ve şeker kamışlarının yakılmasından havaya savrulan kül. Bu ikisi şeker plantasyonlarında yaşanan zorlu hayatın bir sembolü oluyor hikâye boyunca. Bu plantasyonlarda çalışmasının sonucu olarak ciğerlerinden ağır hasta olan genç adamın dışarıdaki tozdan etkilenmemesi için penceresi sürekli kapalı tutulan bir odada yattığı, kayınvalide ve gelinin tüm gün çalıştıkları tarladan üstleri toz ve kir içinde döndüğü, yerlerden sürekli külün temizlendiği ve tozun ve külün bitkilerin yapraklarını örttüğü bir dünyayı getiriyor karşımıza Acevedo kendi geçmişinden izler taşıyan filmde. Bunu yaparken de hayli “sert” bir tavır takınıyor; bu sertlik karşımıza gelen hayatların üzerinden yaratılan bir sertlik ve Alcevedo sadece hikâyesini anlattığı ailenin değil, diğer emekçilerin de zorlu hayatlarını net bir dil ile gösteriyor bize. Tüm gün çok zorlu şartlar altında çalışan ama ücretlerini bile alamayan, ellerindeki bu tek iş imkânını kaybetmemek için ancak bir noktaya kadar direnebilen emekçilerin sert hayatını tüm acımasızlığı ile sergiliyor film. Alcevedo’nun senaryosunun en temel başarılarından biri bu sertliği sergilerken araya insanî duyguları katabilmiş olması. Sert bir hayatın içinde ne olursa olsun duyguların da hayat bulmaya çalıştığını hüzünlü bir şekilde gösteriyor bize hikâye. Bu başarıdan belki daha da önemli olansa, filmin hikâyenin bireysel ve toplumsal boyutlarını çarpıcı bir sadeliğe sahip olan içerikte buluşturabilmesi. Bir yandan bir aile dramını (belki de trajedisini) izliyoruz, ama öte yandan bu hikâyenin şu ya da bu şekilde daha pek çoğu için de ortak olduğunu hissettiriyor bize film.

Evin gelini rolündeki Marleyda Soto dışında -ki onun da sadece iki film tecrübesi var daha önce- ailenin diğer bireylerini oynayan tüm oyuncular (Haimer Leal, Hilda Ruiz, Edison Raigosa ve küçük oyuncu José felipe Cárdenas) amatör oyuncuların doğru bir hikâye ve doğru bir yönetmenlikle nasıl etkileyici olabileceğini gösteriyorlar bize ve Soto da “tecrübesi” ile öne çıkıyor. Onların parçası olduğu yalınlığın ve sadeliğin gerçekçilikle sürekli olarak el ele yürüdüğü hikâyeyi doğru bir kamera kullanımı ile anlatmış Alcevedo. Çoğu tek planla ve bunların da önemli bir kısmı sabit kamera ile çekilmiş sahneleri tercih etmiş yönetmen ve kameranın hareket ettiği durumlarda da yavaş ve zarif kaydırmalar kullanmış bir şova girişmeden. Rüya sahnesini bile hemen hemen aynı biçimselliği koruyarak çekmiş yönetmen ve adeta klasik dönem resimlerini çağrıştıran ve karakterlerin hastanın yatağının etrafında göründüğü o kısa sahnede bile yapay bir görüntü sergilememeyi başarmış.

Anlattığı gerçekçi trajediye rağmen umudu ve “yaşamın güzelliği”ni de hikâyesine katmayı başarmış film. Dedenin torununa kuşları ötüş şekillerine göre tanıttığı veya uçurtma uçurmayı öğrettiği sahneler örneğin, yaşamın bir şekilde sürdüğünü ve süreceğini söylüyor bize tüm o sertliğin içinde. Terk etme, terk edememe, geri dönme, affetme, dayanışma vs. ile sürüp gidiyor hayat bir şekilde ve hikâye tüm bunları hep koruduğu bir samimiyet ile anlatıyor bize. Üstelik hem içeriden bir bakış üretiyor olan bitene hem de “tarafsız” duruşunu koruyabileceği bir mesafeden bakış getiriyor önümüze. Arada çalınan bir aşk şarkısı dışında orijinal bir müzik kullanmamış yönetmen ve karakterlerini “oldukları” gibi, herhangi bir süse ve vurguya ihtiyaç duymadan getirmiş karşımıza.

Tıpkı yönetmen Acevedo gibi ilk kez bir sinema filmi çeken Mateo Guzmán’ın görüntülerinin de dikkat çektiği filmin belki de tüm derdini özetleyen bir sahnesi var. Toprak yolda torunu ile yürüyen adamın arkalarından gelen tırın neden olduğu toz topraktan torununu ve elindeki dondurmasını korumaya çalıştığı bu sahne hem sürdürülen yaşamın zorluğunu hem de “aile olmanın güzelliği”ni anlatan etkileyici bir kısa an. Acevedo adına başarılı bir ilk film bu ve gerçek sinemanın ihtiyaç duyduğu asıl şeyin sıradan insanlar ve onların hikâyeleri olduğunu hatırlatması ile de önem taşıyor ayrıca.

(“Land and Shade” – “Toprağın Gölgesi”)

(Visited 136 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir