L’Avenir – Mia Hansen-Løve (2016)

“Düşünsene; çocuklarım gitti, kocam beni terk etti, annem öldü. Özgürlüğü buldum. Tam özgürlük. Hiç tatmamıştım. Olağandışı bir şey”

Evli ve iki çocuklu, hayatındaki tek önemli sorun yaşlanan ve psikolojik sorunlara sahip annesi olan bir felsefe hocasının ani gelişmeler yüzünden kendisini yeniden keşfetmesinin hikâyesi.

Mia Hansen-Løve’un yazdığı ve yönettiği bir Fransa ve Almanya ortak yapımı. Isabelle Huppert’in müthiş bir sadelikle gerçekçiliği birleştiren performansı ile canlandırdığı hikâyenin kahramanını annesinden esinlenerek yaratmış Hansen-Løve ve ortaya yalın ve entelektüel bir sonuç çıkmış. Bir modern dünya filmi bu ve anlattıklarını sömürmeden, mesaj kaygısına kapılmadan, gerçekçi ve zarif bir dil ile getirmeyi başaran bir çalışma. Dramatik patlamalara ve hatta melodramlara kolayca kayabilecek bir hikâyeyi dikkatle ve özenle ele almış yönetmen ve Huppert’in olağanüstü katkısı ile ilgiyi kesinlikle hak eden bir film çekmiş.

Berlin’de buradaki çalışması ile yönetmen ödülünü kazanan Hansen-Løve filmi için ilham kaynağı olarak Eric Rohmer’in 1986 yapımı “Le Rayon Vert” (Yeşil Işın) adlı filmini göstermiş. Hikâyeler ve karakterleri arasında doğrudan bir ilişki veya yakınlık yok bu filmlerin ama sanırım Hansen-Løve’a ilham kaynağı olan, Rohmer filmindeki baş karakterin tam da yaz tatili öncesinde birdenbire yalnız kalıvermesi (sevgilisinden ayrılıyor ve beraber tatile gitmeyi planladığı kız arkadaşı sevgilisi ile gitmeyi tercih ederek onu son anda yalnız bırakıyor) olsa gerek. Burada da felsefe hocası Nathalie planlamadığı ve beklemediği bir şekilde kendi başına kalıveriyor ve finali ile de Rohmer’in filminin sonundaki umuda göndermede bulunuyor yönetmen oldukça duyarlı ve zarif bir şekilde.

Yönetmenin anne ve babası felsefe profesörleriymiş ve kendisi 20’li yaşlarındayken ayrılmışlar. O da hem bu entelektüel ebeveynlerle yaşamanın hem de onların ayrıklıklarının tecrübelerini ve kendisinde bıraktığı izleri hikâyesine taşımış anlaşılan. İlk sahnede kadının yazmakta olduğu yazıdaki “İnsanın kendini başkasının yerine koyması mümkün müdür?” cümlesinden kocasından duyduğumuz “Müzik sadece dinlemen değil, görmen gereken bir şey” sözüne, her yıl olduğu gibi tatile gittikleri Bretonya bögesinde Chateaubriand’ın mezarını ziyaret etmelerinden seçilen müziklere entelektüel bir film bu. Hikâye boyunca adını duyduğumuz filozoflardan felsefe kitaplarına akademik ortamdan felsefî tartışmalara bu bilim dalını hikâyesinin ayrılmaz bir parçası yapmış Fransız sinemacı. Bu durum çok konuşmalı ve derin konuların tartışıldığı bir hikâye düşüncesi (ve bazıları için korkusu) yaratmamalı; aksine Hansen-Løve bundan özenle uzak durmuş ve bu konuların karakterlerin günlük hayatındaki yerini ve onların tavır ve düşüncelerini şekillendirdiğini göstermek ve hatırlatmakla yetinmiş doğru bir şekilde.

Nathalie’nin ders verdiği okulda öğrencilerin hükümetin reform planlarına karşı yaptığı boykot eylemi ve derslere katılmak isteyenlere engel olmaları karşısında takındığı “apolitik” denecek tutum (Emeklilik yaşını 67’ye yükseltme planını eleştiren öğrencilere “Ben işimi seviyorum” cevabını veriyor örneğin) kendisine kurmuş olduğu ve hiç değişmeyecekmiş gibi görünen hayatı ile yakından da bağlantılı görünüyor. Gençliğinde 3 sene boyunca komünist olan ama SSCB’ye gidip hayal kırıklığına uğrayınca fikirlerinin değiştiğini söyleyen kadının teorik olanda kalma ve eyleme dökmeme prensibi özel hayatı için de geçerlidir. Radikal olandan hep uzak durmuştur ve hayatı bu şekilde sürüp gidecek gibidir ama hiç beklemediği bir şekilde hayatındaki tüm sabit olgular değişecektir ve hikâye temel olarak Nathalie’nin bu durumdaki tepkileri, düşünceleri ve eylemleri (ya da eylemsizliği) üzerine kuruludur. Annesinin daha önce sokağa hemen hiç çıkmamış kedisinin Nathalie’nin gittiği dağ başında ortadan kaybolması bu açıdan sembolik bir anlam taşıyor. Kadın kedinin kaybolacağı ve öleceğinden korkar ama eski bir öğrencisi olan genç adam ona “içgüdü”yü hatırlatır. İşte film de bize kadının ayakta kalıp kalmayacağını, yaşama içgüdüsünün ona bu konuda yardımcı olup olamayacağını sorgulatıyor ve finali ile de bu sorunun cevabını veriyor.

Nathalie’nin aksine, bir zamanlar öğrencisi olan genç Fabien konformist bir akademisyen hayatından uzak durmuş, eylemlere katılmaya devam etmiş, anarşist bir gruba katılmış ve şehirden uzak bir hayat sürmektedir. Film bu iki farklı tercih arasında bir doğru belirlemiyor ve seyirciye de bir yönlendirmede bulunmuyor. Bu tutumunu filmdeki diğer önemli gelişmelerde de koruyor hikâye: Ortaya çıkan ihanet örneğin, bir Amerikan filminde göreceğimiz duygu patlamalarından çok farklı bir şekilde karşılanıyor ve film hiçbir anında seyirciye bir duygusallık dayatmasında bulunmuyor. Belki final bu konuda bir istisna olabilir ama o derece zarif ve özenli bir sahne ki bu ve doğallığı ve gerçekçiliği ile o derece etkileyici ki hiçbir şekilde rahatsız etmiyor.

Film uzun bir evlilikten sonra ayrılmanın kırgınlık yaratan ve iç burkan doğasını da pratik sonuçları ile birlikte başarı ile ele almış. Yıllarca emek verilen bir bahçedeki çiçeklere ne olacağı konusu, değişmez bir yaz tatili mekânı olan eve artık gidilemeyeceği gerçeği (bu evde karı koca arasında geçen ve bu pratik sonuçla yüzleşilen çok iyi bir sahne var) veya yıllar içinde alınmış tüm o kitapların paylaşımı gibi konular filmin o yalın atmosferi içinde seyircinin karşısına koca bir soru işareti olarak bıraklıyor yönetmen tarafından. Tüm bunları yaparken müziklerde de çok doğru seçimlerde bulunmuş Mia Hansen-Løve. Schubert’in “Auf Dem Wasser Zu Singen“ adlı lied’inden Woody Guthrie’nin “Ship in the Sky”ına ve Donovan’ın “Deep Peace” adlı klasiğine film klasik müzikten veya pop-folk’un nitelikli isimlerinden yararlanmış. Noel sahnesinde kullanılan ve kapanış jeneriği boyunca devam eden “Unchained Melody” (The Fleetwoods’un akapella yorumu ile) ise sahnenin “Noel mutluluğu” ruhuna çok uygun ve bir parça hüzünlü havası ile çok yerinde bir tercih olarak görünüyor. Hafif bir kaydırma, sarı ve sıcak renkli görüntü ile dört dörtlük bir iş çıkarmış Mia Hansen-Løve ve görüntü yönetmeni Denis Lenoir bu final sahnesinde. Orijinal müzik kullanılmayan film bu seçimleri ile de dikkati çekiyor kısacası.

“Eskiden radikaldim, değiştim” diyen Nathalie’ye “Ama dünya aynı, sadece artık daha kötü” diye cevap veriyor genç bir kadın. Belki bu konuda değil ama kendi hayatı konusunda değişmek zorundadır Nathalie ve Huppert bu karakteri göründüğü her sahnede en ufak bir ayrıntıyı bile kaçırmayan, nüanslarla zenginleştirilmiş performansı ile canlandırıyor. Ağlamaktan kahkahaya geçtiği otobüs sahnesinden Fabien ile olan tüm ikili sahnelere (çok ince bir flört havası olan bu sahneler oyuncunun üstün yeteneğinin ve Hansen-Løve’un senarist ve yönetmen olarak başarısının parlak örnekleri) parlak bir oyunculuk gösterisi sunuyor oyuncu. Fikirler ile eylemlerin birlikteliği ve/veya zıtlığı üzerine düşündürdükleri ile de önemli olan filmde yönetmenin sade mizanseni ile yakaladığı başarı çok önemli ve has sinemanın teknik oyunlarla uğraşmadan etkileyici olabileceğinin de sağlam bir kanıtı. Örneğin, ihaneti öğrenen kadının, kocasına “Beni ömür boyu seveceğini düşünüyordum” dediği sahne değme melodram sahnesine taş çıkartır gücü ile. Çaba harcamadan elde edilmiş izlenimi veren (elbette yanlış bir izlenim bu) doğallığı ile önemli bir sinema yapıt.

(“Things to Come” – “Gelecek Günler”)

(Visited 114 times, 2 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir