Le Fils – Jean-Pierre Dardenne / Luc Dardenne (2002)

“Arka koltukta bir çocuk varmış, onu fark etmemişim. Bir türlü bırakmadı beni. Ben de, bırakana kadar boğazına sarıldım”

Bir rehabilitasyon kurumunda gençlere marangozluk dersleri veren bir adamın yeni bir öğrenciye aşırı ve gizemli bir ilgi göstermesinin arkasındaki sırrın hikâyesi.

Jean-Pierre Dardenne ve Luc Dardenne’in yazdığı ve yönettiği bir Belçika ve Fransa ortak yapımı. Başrol oyuncusu Olivier Gourmet’nin Cannes’daki En İyi Aktör ödülünün yanında pek çek eleştirmenin yılın en iyileri listesine de aldığı çalışma tam da Dardenne kardeşlerin anlatmayı sevdiği ve bunu çok da iyi becerdiği türden bir hikâye getiriyor karşımıza. Gourmet’ye eşlik eden ve daha sonra yönetmenlerin başka filmlerinde de rol alan Morgan Marinne’in de tecrübeli rol arkadaşının sade ve yüreğe oturan performansına gösterdiği uyumla önemli bir başarı yakaladığı yapıt, baştan sona hep canlı tuttuğu gizemi, değme gerilim filmine taş çıkartacak tedirgin havası ve insan/insanlık üzerine düşünmeye teşvik eden hikâyesi ile çarpıcı bir yapıt. Dardenneler ve görüntü yönetmeni Alain Marcoen’in sürekli yakın plan çalışarak yarattığı klostrofobik hava bir parça yorucu ve rahatsız edici olabilir bazıları için ama sonuçta sinemanın bir sanat olarak seyircisini rahatsız da etmesi gerektiğini hatırlayınca, yönetmenlerin bu tercihi çok da yanlış görünmüyor. Çağdaş sinemanın mutlaka görülmesi gerekli filmlerinden biri kesinlikle.

Film sonradan Olivier adındaki adamın (Olivier Gourmet) sırtı olduğunu anlayacağımız bir görüntü ile açılıyor ki oyuncunun sırtı ve özellikle de başı (önden veya arkadan çekimle) sık sık yakın, bazen çok yakın plan çekimlerle hep karşımızda olacaktır. Olivier’in her sahnesinde ve neredeyse her karesinde göründüğü film el kamerası ile ona ve Francis adındaki 16 yaşındaki oğlana zaman zaman neredeyse mesafeyi sıfırlayarak yaklaşıyor ve onları eylemleri ve ruh halleri ile birlikte gözden hiç kaçırmamaya zorluyor bizi bir bakıma. Bu tercih süreklilik gösterdiği için nefessiz bırakabiliyor seyirciyi; çünkü karakterlerden ve hikâyeden hiç uzaklaşamamanız sonucuna yol açıyor. Öykünün sonradan ortaya çıkan ve o ana kadar da merak duygusunu hep canlı tutan gerilimini de ekleyince buna, neden bazı eleştirmenlerin “yoruculuk”tan bahsettiğini anlayabiliyorsunuz. Buna karşılık, hikâyeyi bu denli güçlü kılan da bir yandan bu anlayışı olmuş yönetmenlerin. Olivier’in ikilemini, acısını, çaresiziliğini ve insan olmanın doğasında yer alan çalkantılarını anlatmak için çok güçlü ve doğru bir araç olmuş bu seçim. Bazen karakterleri, bulundukları mekânı ve olan biteni kısa sürelerle de olsa algılamayı engelleyen bu kamera çalışması, özetle söylemek gerekirse filmin gizemin önemli bir kısmını oluşturduğu gücüne çok şey katıyor.

Olivier çalıştığı rehabilitasyon merkezinde dört öğrenciye marangozluk öğreten bir adamdır ve kurumun kendisine getirdiği yeni gencin dosyasına baktıktan sonra onu derslerine alamayacağını söyler ama o andan itibaren de bu gencin peşine düşer kelimenin tüm anlamları ile. Gizemli ve tuhaf bir takiptir uzun bir süre tanık olduğumuz, öyle ki ancak ilk 20 dakikadan sonra ilk kez gösteriyor kamera bize oğlanın yüzünü. O zamana kadar ise sadece sesini duyduğumuz, ellerini ve sırtını gördüğümüz bir hedef olarak gösteriyor film bize oğlanı ve bu da gizemi artıran bir unsur oluyor kuşkusuz. Olivier’in saplantılı izlemesinin sırrını ise onun, ayrıldığı eşine yaptığı itirafla öğreniyoruz ve bundan sonra, çekinmeden sinemanın hümanist nitelemesini en çok hak edenlerinden biri olduğunu söyleyebileceğimiz hikâye farklı bir yön alıyor. Olivier’in gerek Francis’e gerekse diğer öğrencilerine hep soğuk bir saygı ile yaklaşmasının sırrını da anlamamızı sağlayan gelişmeler, intikam ile affetmek arasında ne kadar ince bir çizgi olabileceğini vurgulayan bir ahlak hikayesinin tanığı olmamızı sağlayacaktır. Korkunç bir trajedinin failinden intikam almak mı, yoksa kendisi de -belki de- bir kurban olan faile yardım etmek mi? Dardenne kardeşler ahlakî, toplumsal ve -dilerseniz, öyle de göreceğiniz- dinsel boyutları ve çağrışımları olan hikâyeleri ile işte bu soruyu soruyor ve sorduruyor, ve gizemle başlayıp, buna güçlü bir gerilimi ilave ederek bu hikâye ile bizi esir alıyor baştan sona.

Senaryo, oyuncuların performansında da karşılığını bulacak şekilde, karakterlerine ve üzerine eğildiği soruya hep saygı ile yaklaşıyor ve bu yaklaşımı, yüzeysel ve zorlama duygular yaratma çabalarından çok daha etkileyici bir sonuca ulaşmasını sağlıyor seyrettiğimizin. Olivier ile Francis arasındaki bazı sahneler (oğlanın Olivier’in uzunlukları tahmin etme becerisine hayranlığı, adamın oğlana mesleği öğrettiği tüm anlar, “baba”sını taklit eden “oğul” sahnesi vs.) bir baba ve oğlu arasında tanık olacaklarımızdan farklı değil ve sırrı öğrendikten sonra daha da güçlü bir etki yaratıyor üzerimizde. Film “şimdi bir şey olacak” duygusunu ve endişesini sürekli canlı kılan içerik ve biçim tercihleri ile tam bir gerilim hikâyesi olmasını sağlıyor seyrettiğimizin. Nefes kesecek bir güzelliği var bu anların ve senaryo ve mizansenin ortak ve üst düzey başarısının da en önemli kanıtlarından biri oluyorlar rahatlıkla.

Olivier’in unutamadığı travmasından kaynaklanan sertliği ve soğukluğu, onun bir modern aziz olarak tanımlanabileceği gerçeğini örtmüyor. Adamın tıpkı İsa gibi marangoz olduğunu ve karşısındakinin günahından ve ona olan öfkesinden bağımsız yardım etme çabasını birlikte düşününce, onun modern dünyanın kaybettiği sevgi ve bağışlama duygularını kendi derin yarasına rağmen hâlâ içinde taşıyabilen bir insan olması dilenirse dinsel bir okumaya da açık şüphesiz; ama filmin kesinlikle dini öne süren bir yaklaşımı yok. “Günahkâr” olanın, pişmanlığını sadece kendi yaşamak zorunda kaldıkları üzerinden izah etmesi bu bağlamda daha da önemli oluyor; kurbanın adı bile anılmıyor bu pişmanlık dile getirilirken. Dolayısı ile hikâyedeki seçim çok daha fazla önem ve değer taşıyor; bu seçimin modern dünyadaki bireyselciliğin tam karşıt noktasında durması ise onu gerçekçilikten uzaklaştırmıyor.

Özellikle kereste deposunda geçen sahnesi ile sinema derslerine konu olacak ve olması gereken bir şekilde, sinemada gerilimin her türden yapaylıktan uzak durularak nasıl yaratılabileceğini gösteren film meselesini sesini yükseltmeden, konularını/karakterlerini sömürmeden ve saygın bir zarafeti elden hiç bırakmadan anlatmanın çarpıcı bir örneği. Sosyal gerçekçi hikâyelerini sağlam ve dürüst bir belgeselin gücünü hatırlatan bir başarı ile anlatmanın ustaları olan Dardenne kardeşlerden mutlaka görülmesi gerekli bir çalışma bu. İki karakteri birleştiren mezura sahnesinde olduğu gibi, yalın sahnelerle derdini çok iyi anlatabilen film sinemada hümanizmin de en parlak örneklerinden biri.

(“The Son” – “Oğul”)

(Visited 120 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir