“Tecrübeme göre, normalde beş dakika içinde aynı insanı hem sevip hem de ondan nefret edemezsin”
Evliliklerini canlandırmak için, evlilik yıldönümlerinde ve yıllar sonra, balaylarını geçirdikleri Paris’e haftasonu tatiline giden İngiliz bir çiftin hikâyesi.
Roger Michell’in yönettiği, Pakistan asıllı ünlü İngiliz yazar Hanif Kureishi’nin orijinal senaryosundan çekilen bir İngiliz – Fransız ortak yapımı. Bir çiftin bir hafta sonunda, romantizmin başkenti Paris’te geçirdikleri zamanı incelikle anlatan film iki baş oyuncusu olan Lindsay Duncan ve Jim Broadbent’in zarif oyunları, yönetmen Michell’ın su gibi akan ve yine inceliklerle örülmüş çalışması ve Paris’i bir turistik geziye dönüşmeden hikâyesine yedirebilmesi ile dikkat çekiyor. Bunun yanında filmin tüm taze görünümüne karşın derinlerde aslında çok da yeni şeyler söylememek ve kimi zorlama anlara sahip olmak gibi kusurları da var.
Jeremy Sams’ın caz esintili ve karakterlerine ve hikâyeye çok yakışan müziğinin yanısıra, Debussy’nin “Clair de Lune” başlıklı eserinden Bob Dylan’ın “Like a Rolling Stone” şarkısına ve genç yaşta ölen, 1960 sonları ve 1970 başlarının başarılı müzisyeni Nick Drake’in şarkılarına uzanan müzik seçimleri ile anlatmaya soyunmuş derdini filmimiz. Drake’in akustik şarkılarının küçük hikâyelerini zarif bir dille anlatması gibi, Michell de hikâyesini zarafetle örmüş. Nathalie Durand’ın Paris’ten yakaladığı ve şık ama yapay olmayan görüntüleri karşımıza getiren kamerası karakterleri dinamik ve saygılı bir biçimde takip ederken, Kristina Hetherington’un kurgusu da filmin bu yumuşak tavrına eşlik ediyor. Duncan ve Broadbent ikilisi de hikâye boyunca tartışır, flört eder, uzaklaşır ve yakınlaşırken karakterlerini hem ilginç hem gerçekçi kılmayı başararak bir oyuncunun tam da yapması gerekeni başarıyorlar ve hiçbir abartıya başvurma gereği duymadan gözümüzü üzerlerinde tutmayı beceriyorlar. Adamın üniversitede felsefe profesörü, kadının ise lisede biyoloji öğretmeni olduğu ve otuz yıldan beri evli olan çiftin kadının “aşk değil bizimkisi, tutuklanmak gibi bir şey” olarak tarif ettiği ve yorulmuş ilişkilerini ayağa kaldırma/bitirme hikâyesi tanık olduğumuz ve Michell’ın bize inceliklerle anlatmaya çalıştığı ve çoğunlukla da başardığı.
Bir bakıma, 1968 kuşağından iki bireyin günümüzde kendilerini, yaşadıkları hayatı ve yitirdikleri hayalleri sorgulaması tanık olduğumuz. Gençliğinde fabrika önlerinde solcu gazeteler satan, Brecht’ten oyunlar sahneleyen adamın şimdi yaşadığı hayattan bir yandan mutsuz olduğunu ama öte yandan karısını asla kaybetmek istemediğini anlıyoruz. Kadın ise kocasına göre daha sert, daha cesur ve değişimi (ne olduğunu veya olması gerektiğini çok da bilmeden) daha çok arzu ettiğini görüyoruz. Yorgun ama yerine ne koyacağınızı bilemediğiniz, belki zaten yerine koyacak bir şey de olmayan bir ilişki bu ve Duncan ile Broadbent ikilisi Kureishi’nin kaleminden çıkmış başarılı diyaloglar eşliğinde bu ilişkiyi yaşarken kesinlikle bir çekicilik kaynağı oluşturuyorlar. Filmin bu zarif yanının oluşmasında, her ne kadar çift İngiliz olsa da, hikâyeye damgasını vuran Fransız havasının büyük bir payı var. Bu havayı oluşturan ise pek çok farklı unsuru var filmin ve Michell’i bu unsurları genellikle hiç aksamayan bir şekilde koordine edebildiği için takdir etmek gerekiyor en çok. Hikâyenin Paris ile bütünleşerek ilerliyor olması, akşam yemeğindeki tüm o karakterler ve Parisli entelektüel havaları, Jean Luc Godard’ın 1967 tarihli “Week end – Hafta Sonu” filminden ilham almışa benzeyen atmosferi, yine Godard’ın bir başka klasiği, 1964 tarihli “Bande à Part – Çete” filminin bir sahnesinin filmin karakterlerince canlandırılması ve daha başka öğeleri ile bir Fransız filmi bu daha çok ve hatta kimi anları (lokantadan ve otelden kaçış sahneleri gibi) ile de 2000’li yıllarda çekilmiş bir “Nouvelle Vague – Yeni Dalga” filmi adeta.
Jeff Goldblum’un da hayli ilginç bir karakteri başarı ile canlandırdığı film iki karakterinin yaşlılık, hayal kırıklıkları, değişimler, özlemler ve korkuları içeren, banyo fayanslarından hâlâ kendilerine bağımlı yaşayan evli oğullarına kadar farklı alanlarda ilerleyen diyalogları ile de dikkat çekiyor kesinlikle. Buna karşılık, aslında başarılı çekilmiş ve oynanmış olsa da akşam yemeği daveti sahnesinde film, hikâyesindeki zorlama anlarının en önemlisini yaşıyor. Karşılıklı iki itiraf, oyuncularının başarısı ile önemli ama hikâyenin ilerlemesi için yaratılmış gibi duruyor daha çok. Adamın genç bir çocukla dertleştiği sahne de benzer bir etkiye sahip. Hikâyenin “yorgun evlilik” (veya daha doğru bir ifade ile “yorgun hayatlar”) hikâyelerinden bir diğeri olarak çok fazla yeni şey söylemediği de açık. Yine de filmin hikâyesini hiç yitirmediği bir zarafet ile anlatması bu bildik suları çekici kılıyor.
Finalinde “Bande à Part” filminin dans sahnesini kıyafetleri ile birlikte tekrarlayarak (şapka ve baklava dilimli kazak!) sıkı bir saygı duruşunda bulunan (bu göndermenin öncesinde, otel odasındaki televizyonda orijinal sahnenin gösterilmesi filmi bilmeyenler için düşünülmüş ama bilenler için sıkıcı olabilecek bir zorlama) film, belki çok önemli olmayan ama kesinlikle görülmeyi hak eden bir eser ve daha önceki Roger Michell ve Hanif Kureishi ortak çalışmalarında (“The Buddha of Suburbia”, “The Mother” ve “Venus”) olduğu gibi sınıfını parlak bir notla geçiyor.
(“Un Week-end à Paris” – “Paris’te Bir Hafta Sonu”)