Notting Hill – Roger Michell (1999)

“Düşünsene; dünyanın bir yerinde, bu kadını öpebilen bir adam var”

Bir kitapevi sahibi ile ünlü bir film yıldızının imkânsız aşklarının hikâyesi.

Sadece 1990’ların değil, tüm sinema tarihinin en bilinen romantik komedilerinden biri. Baş oyuncuları Julia Roberts ve Hugh Grant’in yanısıra, filme adını veren Londra’daki semtin de ününe ün katan çalışmanın orijinal senaryosunu Richard Curtis yazarken, yönetmenliğini Roger Michell üstlenmiş. Temelde türün en kayda değer ve başarıyı garanti eden klişeleri ile yüklü olan bir senaryoya sahip olmasına ve oyunu kurallara fazlasına uygun oynamasından kaynaklanan bir “formül” havasında ilerlemesine rağmen, filmin karşı durması zor -ya da en azından görmeyi gerekli kılan- bir cazibesi var kesinlikle. Belki de başarısı onca yapaylığına rağmen bir şekilde samimi ve sıcak bir hava yaratabilmiş olmasıdır.

Sıradan bir adam ve tanrıça muamelesi gören bir film yıldızı kadın. Bu ikilinin hikâyeleri bir romantik komedinin geçerliliği kanıtlanmış kalıpları içinde ilerliyor ve bu anlamda yeni bir şey söylemiyor aslında. Tanışma, aşk, ortaya çıkan sorun ve final (bir romantik komedide final nasıl olması gerekiyorsa, tam da o türden bir final elbette) biçiminde akan filmin senaryosunu yazan Richard Curtis kadın karakterini Grace Kelly ile Audrey Hepburn’ün karışımı olarak düşünmüş ve açıkçası Julia Roberts da romantik komediye hayli uyan bir performans ile bu karaktere senaristin hayal ettiği zarafeti katmış kesinlikle ve bu da filmi görmeye değer kılan öğelerden biri. Karşısındaki Hugh Grant ise hem romantik hem komik olmayı ve karakterine mizahın arkasına gizlenmiş bir hüzün katmayı başararak ideal bir romantik komedi oyuncusu olduğunu bir kez daha kanıtlıyor. Başta “iğrenç” bir karakteri canlandıran Rhys Ifans olmak üzere yardımcı rollerdeki oyuncular da hiç aksamayan ve filme ciddi katkı sağlayan performansları ile göz dolduruyorlar ve bu romantik komedinin başarısını gerçek kılan samimiyetin oluşmasını sağlıyorlar.

Film hiç risk almıyor ve kendisini cazip kılacak tüm klişeleri ustaca kullanıyor; seyircisini hayal kırıklığına uğratmamasının nedenlerinden biri de bu olsa gerek. Terk edilen adamın Notting Hill pazarında yürürken dört mevsimin geçişine tanık olduğumuz sahne örneğin, klasik sinema sahnelerinden ilham alan havası ile seyirciye “sev beni” diye bağırırken, klişeyi daha da -ve açıkçası da gereksiz bir şekilde- ileri götürüyor ve Bill Withers’ın sesinden “Ain’t No Sunshine” şarkısını dinletiyor bize. Filmin kullandığı diğer şarkılar da kesinlikle sevilmesi garanti olanlardan seçilmiş: “She” (şarkıyı hem Charles Aznavour hem Elvis Costello yorumu ile dinliyoruz), “How Can You Mend A Broken Heart” (Al Green) ve “Gimme’ Some Lovin’” (Spencer Davis) gibi şarkıların yer aldığı müzik bandı risksiz şarkı seçimlerini işaret ediyor bize ve filmi “tatlı ve sıcak” kılmak için şarkılardan arsızca yararlanıldığını gösteriyor. Tüm bir final sahnesi de yine türünün beklenen sonlarından birini getirirken karşımıza, seyirciye beklediğini ve arzu ettiğini sunuyor. Bir romantik komedide aşkın iki tarafından da hoşlanmışsanız ve başlarına ne gelmesini istiyorsanız onlar oluyor finalde ve seyirci de içi rahatlamış, belki kendisi için de benzer bir finali hayal ederek tanık oluyor bu anlara. Özetle, tüm klişeler doğru yerde doğru zamanda kullanılıyor ve seyircinin beklentisini karşılarken film, hedefini de on ikiden vuruyor.

Hedefini tutturması filmi “başarılı” kılıyor elbette ama önemli kusurları da var: Öncelikle adını aldığı semte uluslararası bir ün kazandırsa da, Londra’nın bu kozmopolit semtine hak ettiği şekilde yaklaşmıyor. Bölge ve sakinleri bir romantik komedinin dekoru olmaktan öteye gitmiyorlar. Oysa hikâyenin adını taşıdığı bölgeyi de başrole taşıması gerekirdi filmin ki Notting Hill görsel malzeme potansiyeli ile bunu rahatlıkla yapabilecek bir yer. Ne var ki filmde kullanıldığı hali ile semt daha çok, filmden hoşlananların -belki benzer bir macera yaşamaya hayali ile de- Roberts ve Grant ikilisinin aşklarının izlerini aramaya gideceği bir mekan olarak kalmış. Böyle olunca da açılış sahnesinde Grant’in sesinden semti ve arkadaşlarını tanıtan girişin hiçbir esprisi kalmıyor doğal olarak.

Yan karakterlerden kimilerinin fazlası ile tuhaf (komik olmanın ötesinde bir tuhaflık bu) olması da tartışmalı bir seçim. Özellikle adamın ev arkadaşı rahatsız edici bir tipleme olarak sunulmuş ve bu ikisinin bir ev arkadaşı olmasının tek nedeni de sadece filme komiklik katmak için zorlama bir tercihe başvurmak olarak görünüyor. Rhys Ifans’ın bu roldeki performansı kesinlikle çok başarılı ve epey komedi malzemesi de sağlıyor hikâyeye ama bu “pis” karakterin Grant’ın zarif ve şık hayatında ne aradığı/arayabileceği büyük bir soru işareti olarak kendisini gösteriyor hikâye boyunca. Benzer şekilde, Grant’ın kız kardeşi de aynı aileden bu derecede iki farklı kardeşin çıkması mümkün değil diye düşündürtecek bir diğer tuhaf karakter. Adamın “entelektüel” bir karakter olup olmadığı konusunda fazla bir ipucu vermiyor film; evinde Chagall’In bir tablosu asılı ve kendisi de sadece gezi kitapları satan kitapçısındaki eserler konusunda epey bilgili. Sinema konusunda bu kadar “cahil” olması ancak kesinlikle çok eğlenceli olan “zoraki röportaj” sahneleri için uydurulmuş bir durum olarak görünüyor. Bu sahneleri çok komik diyaloglarla süslemiş Richard Curtis ve Hugh Grant de mükemmel oynamış neyse ki. Genel olarak esprili ve şık diyaloglar yazmış Curtis ve hemen hiç aksamıyor bu konuda ama yine de bazı sahnelerin anlamsızlığına engel olmuyor bu durum. Örneğin âşıkların “erkeklerin kadınların göğüslerine olan düşkünlüğü”nü tartıştıkları bölüm eğlenceli ama hikâyede bir yeri yok bu sahnenin.

Bu yıl Nisan ayında ölen, Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi ve tam bir İstanbul tutkunu olan John Freely’nin “Istanbul: The Imperial City” adlı kitabın bir sahnenin ve esprinin konusu olduğu filmde yönetmen Roger Michell hikâyeyi -çok doğru bir tercih ile- şık bir üslup ile anlatmış. Görüntü yönetmeni Michael Coulter ile birlikte hayli ucuz görünebilecek bir sahneyi (“gizli” bahçede yapılan ilk gezinti, yükselen kamera, yeşillikler içinde ve hikâyesi olan bir bank var bu sahnede ve gereksiz bir şekilde çalınan şarkının bile bozamadığı bir huzur) çok parlak kılmışlar örneğin ve final görüntüleri ile dönülen bu mekanı adeta bir cennet güzelliğinde getirmişler karşımıza.

Dünyadaki herkesin adını bildiği bir kadınla, annesinin bile adını zor hatırladığı bir adamın peri masallarına yakışan hikâyesi, zaman zaman hayli tanıdık görünen senaryoya, klişelere fazlaca yaslanmasına ve bu bağlamda bir orijinallik eksikliği taşımasına ve şarkılarını hayli ucuz ve zorlayıcı bir şekilde kullanmasına rağmen görülmeyi hak ediyor. Hak ediyor çünkü iki âşığı da sevmenizi ve mutlu olmalarını arzu etmenizi sağlıyor. Bu da zaten görünen tek hedefi bu olan bir film için başarı demek şüphesiz.

(“Aşk Engel Tanımaz”)

Le Week-End – Roger Michell (2013)

LE_WEEK-END“Tecrübeme göre, normalde beş dakika içinde aynı insanı hem sevip hem de ondan nefret edemezsin”

Evliliklerini canlandırmak için, evlilik yıldönümlerinde ve yıllar sonra, balaylarını geçirdikleri Paris’e haftasonu tatiline giden İngiliz bir çiftin hikâyesi.

Roger Michell’in yönettiği, Pakistan asıllı ünlü İngiliz yazar Hanif Kureishi’nin orijinal senaryosundan çekilen bir İngiliz – Fransız ortak yapımı. Bir çiftin bir hafta sonunda, romantizmin başkenti Paris’te geçirdikleri zamanı incelikle anlatan film iki baş oyuncusu olan Lindsay Duncan ve Jim Broadbent’in zarif oyunları, yönetmen Michell’ın su gibi akan ve yine inceliklerle örülmüş çalışması ve Paris’i bir turistik geziye dönüşmeden hikâyesine yedirebilmesi ile dikkat çekiyor. Bunun yanında filmin tüm taze görünümüne karşın derinlerde aslında çok da yeni şeyler söylememek ve kimi zorlama anlara sahip olmak gibi kusurları da var.

Jeremy Sams’ın caz esintili ve karakterlerine ve hikâyeye çok yakışan müziğinin yanısıra, Debussy’nin “Clair de Lune” başlıklı eserinden Bob Dylan’ın “Like a Rolling Stone” şarkısına ve genç yaşta ölen, 1960 sonları ve 1970 başlarının başarılı müzisyeni Nick Drake’in şarkılarına uzanan müzik seçimleri ile anlatmaya soyunmuş derdini filmimiz. Drake’in akustik şarkılarının küçük hikâyelerini zarif bir dille anlatması gibi, Michell de hikâyesini zarafetle örmüş. Nathalie Durand’ın Paris’ten yakaladığı ve şık ama yapay olmayan görüntüleri karşımıza getiren kamerası karakterleri dinamik ve saygılı bir biçimde takip ederken, Kristina Hetherington’un kurgusu da filmin bu yumuşak tavrına eşlik ediyor. Duncan ve Broadbent ikilisi de hikâye boyunca tartışır, flört eder, uzaklaşır ve yakınlaşırken karakterlerini hem ilginç hem gerçekçi kılmayı başararak bir oyuncunun tam da yapması gerekeni başarıyorlar ve hiçbir abartıya başvurma gereği duymadan gözümüzü üzerlerinde tutmayı beceriyorlar. Adamın üniversitede felsefe profesörü, kadının ise lisede biyoloji öğretmeni olduğu ve otuz yıldan beri evli olan çiftin kadının “aşk değil bizimkisi, tutuklanmak gibi bir şey” olarak tarif ettiği ve yorulmuş ilişkilerini ayağa kaldırma/bitirme hikâyesi tanık olduğumuz ve Michell’ın bize inceliklerle anlatmaya çalıştığı ve çoğunlukla da başardığı.

Bir bakıma, 1968 kuşağından iki bireyin günümüzde kendilerini, yaşadıkları hayatı ve yitirdikleri hayalleri sorgulaması tanık olduğumuz. Gençliğinde fabrika önlerinde solcu gazeteler satan, Brecht’ten oyunlar sahneleyen adamın şimdi yaşadığı hayattan bir yandan mutsuz olduğunu ama öte yandan karısını asla kaybetmek istemediğini anlıyoruz. Kadın ise kocasına göre daha sert, daha cesur ve değişimi (ne olduğunu veya olması gerektiğini çok da bilmeden) daha çok arzu ettiğini görüyoruz. Yorgun ama yerine ne koyacağınızı bilemediğiniz, belki zaten yerine koyacak bir şey de olmayan bir ilişki bu ve Duncan ile Broadbent ikilisi Kureishi’nin kaleminden çıkmış başarılı diyaloglar eşliğinde bu ilişkiyi yaşarken kesinlikle bir çekicilik kaynağı oluşturuyorlar. Filmin bu zarif yanının oluşmasında, her ne kadar çift İngiliz olsa da, hikâyeye damgasını vuran Fransız havasının büyük bir payı var. Bu havayı oluşturan ise pek çok farklı unsuru var filmin ve Michell’i bu unsurları genellikle hiç aksamayan bir şekilde koordine edebildiği için takdir etmek gerekiyor en çok. Hikâyenin Paris ile bütünleşerek ilerliyor olması, akşam yemeğindeki tüm o karakterler ve Parisli entelektüel havaları, Jean Luc Godard’ın 1967 tarihli “Week end – Hafta Sonu” filminden ilham almışa benzeyen atmosferi, yine Godard’ın bir başka klasiği, 1964 tarihli “Bande à Part – Çete” filminin bir sahnesinin filmin karakterlerince canlandırılması ve daha başka öğeleri ile bir Fransız filmi bu daha çok ve hatta kimi anları (lokantadan ve otelden kaçış sahneleri gibi) ile de 2000’li yıllarda çekilmiş bir “Nouvelle Vague – Yeni Dalga” filmi adeta.

Jeff Goldblum’un da hayli ilginç bir karakteri başarı ile canlandırdığı film iki karakterinin yaşlılık, hayal kırıklıkları, değişimler, özlemler ve korkuları içeren, banyo fayanslarından hâlâ kendilerine bağımlı yaşayan evli oğullarına kadar farklı alanlarda ilerleyen diyalogları ile de dikkat çekiyor kesinlikle. Buna karşılık, aslında başarılı çekilmiş ve oynanmış olsa da akşam yemeği daveti sahnesinde film, hikâyesindeki zorlama anlarının en önemlisini yaşıyor. Karşılıklı iki itiraf, oyuncularının başarısı ile önemli ama hikâyenin ilerlemesi için yaratılmış gibi duruyor daha çok. Adamın genç bir çocukla dertleştiği sahne de benzer bir etkiye sahip. Hikâyenin “yorgun evlilik” (veya daha doğru bir ifade ile “yorgun hayatlar”) hikâyelerinden bir diğeri olarak çok fazla yeni şey söylemediği de açık. Yine de filmin hikâyesini hiç yitirmediği bir zarafet ile anlatması bu bildik suları çekici kılıyor.

Finalinde “Bande à Part” filminin dans sahnesini kıyafetleri ile birlikte tekrarlayarak (şapka ve baklava dilimli kazak!) sıkı bir saygı duruşunda bulunan (bu göndermenin öncesinde, otel odasındaki televizyonda orijinal sahnenin gösterilmesi filmi bilmeyenler için düşünülmüş ama bilenler için sıkıcı olabilecek bir zorlama) film, belki çok önemli olmayan ama kesinlikle görülmeyi hak eden bir eser ve daha önceki Roger Michell ve Hanif Kureishi ortak çalışmalarında (“The Buddha of Suburbia”, “The Mother” ve “Venus”) olduğu gibi sınıfını parlak bir notla geçiyor.

(“Un Week-end à Paris” – “Paris’te Bir Hafta Sonu”)