Louder Than Bombs – Joachim Trier (2015)

“Bazı günler görünmez oluyorum ve o zaman ne istersem yapabilirim. Bu yeteneğimi kaybetmemeye dikkat etmeliyim”

Ünlü bir savaş fotoğrafçısı olan kadının ölümünden sonra kocasının ve iki oğlunun duygularıyla ve anılarıyla yüzleşmelerinin hikâyesi.

Norveçli sinemacı Joachim Trier’in yönettiği, senaryosunu bugüne kadarki tüm filmlerinde olduğu gibi Eskil Vogt ile birlikte yazdığı ve Norveç, Fransa, Danimarka ve ABD ortak yapımı olarak çekilen bir film. Hikâyesi ABD’de geçen filmin oyuncu kadrosunun büyük kısmı da bu ülkeden ama teknik kadronun önemli bir kısmında İskandinav sinemacılar yer alıyor. Avrupalı sanatçıların ABD’de geçen bir hikâye anlatma tercihleri üzerinde durmaya değer bir tartışma konusu ama bu film Amerikan bağımsız sinemasından izler taşısa da Avrupa sinemasına daha yakın duran ve Trier’in özellikle ilk filmi olan “Reprise”ın dokunaklı atmosferine paralel bir havası olan mizanseni ile kesinlikle bir “Amerikan filmi” değil. Hikâyesinin özetinin de göstereceği gibi yeni şeyler söylemiyor ve sinemanın “sevilen bir insanın kaybının ardından kalanların duyguları ve birbirleri ile yüzleşmeleri” örneklerinden bir diğeri gibi duruyor ama filmi farklı kılan, Trier’in “karanlık bir zarafet” ifadesi ile tanımlayabileceğimiz yönetmenliği ve onun yarattığı bu havaya çok uyumlu oyunculuklar sunan kadrosu çok farklı bir yere taşıyor bu eseri. Görüntü (Jakob Ihre) ve kurgu (Olivier Bugge Coutté)nun da desteklediği kırılganlığı ile önemli ve görülmesi gerekli bir çalışma bu.

Açılış sahnesi; sessiz havası, kamera kullanımı ve oyunculukları ile seyredeceğimiz filmi çok güzel bir şekilde özetliyor bize. Yeni doğan bebeğinin parmağından tuttuğu bir baba, hafif tedirgin bir mutluluk, bir parça düşsel havası olan bir görüntü çalışması ve el kamerası kullanımı ile bu sahne seyredeceğimizin içeriği ve biçimi hakkında epey fikir veriyor bize ve bu vaadini de tutuyor film.Tüm bu öğeler hikâye boyunca tekrarlanırken kaybetmenin hüznü, uzlaşmanın imkân(sızlığ)ı, duygularla yüzleş(eme)mek ve sırlarla yaşayabilmek gibi temalar birbiri ardına karşımıza çıkıyorlar. Sonradan aslında intihar olduğunu öğrendiğimiz bir trafik kazasında hayatını kaybeden bir kadın ve geride kalan üç erkeğin hikâyesi bu. Bir başka ifade ile söylersek, annenin bıraktığı boşlukla baş etmeye çalışan bir baba ve iki genç oğlunun hikâyesi. Baba ve büyük oğlu hayatlarını düzene sokabilmiş görünürken, babasını ve ağabeyini endişelendirecek şekilde içine kapanan küçük oğlan sessizce yaşıyor hayatını ve iletişime pek olanak vermiyor.

Karakterlerine çok yaklaşan ama yine de mesafesini koruyabilen senaryo, erkeklerin en küçüğünün -henüz- yitirilmemiş masumiyetinin karşısına diğer ikisinin küçük/büyük yalanlarını koyuyor ve bu teması ile de ilgi topluyor. “Bir kız arkadaşım olsaydı, ona asla yalan söylemezdim” diyen oğlan, babasının ve ağabeyinin yalanlarına (ve annesinin bilmediği sırlarına) bilinçli/bilinçsiz göndermede bulunurken gerçek ve sağlıklı bir yüzleşmenin ancak dürüstlükle sağlanabileceğini söylüyor sanki. Gördüğü düşler, kronolojik olarak akmayan ve geriye dönüşlerin farklı bir zaman dilimine geçildiği vurgulanmadan kullanıldığı hikâye boyunca birkaç kez karşımıza gelirken, çocuğun masumiyetini de sergileme fırsatı sunuyor filme. Yazdığı hayli özel bir yazıyı sınıfındaki kıza vermeyi düşünen çocuğa abisinin aksi yönde öğüt vermesi de yine büyüdükçe uzaklaşılan açıklık ve dürüstlüğün sembolü olarak görülebilir bu bağlamda. Annesinin yatakta kendisine sarıldığını veya hoşlandığı kızı ormanda yerde yatarken müzik dinlerken gördüğü bu düşler çocuğun özlemlerini ve arzularını dile getirme fırsatı olurken, yönetmen Trier’in bir tercihinin doğruluğunun da kanıtına dönüşüyor. Trier biçimsel oyunlara başvurmadan hafif düşsel bir hava yaratmayı seçmiş ve kahramanımızın gördüğü düşlerle gerçek sahneler arasında bu bakımdan hiçbir fark yok. Kameranın kullanımımdan görüntü çalışmasına ve oyunculuklara bu sahneler birbiri ile eş özellikler taşıyorlar ki bu durum da filmin hem görsel temposunu korumasını sağlıyor hem de gerçekçiliğine katkı sunuyor. Okunan bir günlükteki satırlara eşlik eden görüntülerde bu düşsel hava bir adım ileri taşınıyor ama çok başarılı çekilen bu sahnelerde bu açıdan herhangi bir uyumsuzluk hissetmiyorsunuz filmin geneli ile. Aynı sahneyi önce babanın sonra küçük oğlanın gözünden göstermek gibi tercihleri de olmuş Trier’in ama bu bile bir biçimsel oyun gibi görünmüyor; aksine filme -bu sahne özelinde- küçük bir mizah katan ve hikâyenin doğal akışı içinde tanık olmamız gereken bir unsur gibi görünüyor.

Babayı oynayan Gabriel Bryne karakterini doğal kılan sade oyunu ile dikkat çekerken, filmin oyunculuk performansları açısından asıl yıldızları oğullarını canlandıran Devin Druid ve Jesse Eisenberg ile anneyi oynayan Isabelle Huppert oluyor. Usta oyuncu Huppert’i zaman zaman yakın yüz çekimleri ile getiriyor karşımıza Trier ve onun o anlamlı yüzü içerdiği duygular ile dramatik bir rolün nasıl ekonomik ama güçlü biçimde oynanabileceğinin çarpıcı bir örneği oluyor. Eisenberg ve Druid’in oyunculukları için söylenebilecek tek bir şey var, mükemmel oldukları. İlki rolüne kırılgan bir sıcaklık katarken, ikincisi bu kırılganlığı hüzünlü yalnızlığı ile birleştiriyor ve sonuçta her iki oyuncu da sadece performansları ile bile filmi görmeye değer kılıyorlar.

Üç ana karakterine de (ve aslında anne karakterine de) yeterli zamanı ayıran ve her birinin anılarını kendi geri dönüşleri ile sergileyen film çok fazla yan tema barındırıyor gibi görünüyor ama senaryo bunları hep olması gerektiği düzeyde tutuyor ve -kimi eleştirilerin aksine- hikâyenin karmaşıklaşmasına fırsat vermiyor. Ola Fløttum imzalı müziğin de desteklediği havası ile film girişte de belirttiğimiz gibi yeni çok şey söylemiyor belki ama söylediklerini etkileyici bir estetikle getiriyor önümüze. Filme getirilebilecek iki eleştiriden birincisi savaş fotoğrafları ve bu fotoğrafların sıkça kullanılması; orada gördüğümüz dehşet ve acı o denli büyük ki karakterlerimizin hikâyesini zaman zaman önemsiz kılma tehlikesini doğuruyor bu fotoğraflar. Bir ikincisi ise -bu, filmi beğenme düzeyiniz yükseldikçe artan bir eleştiri olacaktır- adını koyamadığınız bir yarıda kalmışlık hissettiriyor size hikâye. Evet, yeteri kadar derine inmiyor film sanki. Karakterlere ne kadar çok ısındıysanız o kadar dozu artacaktır bu eleştirinin açıkçası.

Joachim Trier ve Eskil Vogt’un senaryosu hikâyeyi bugün ve geçmiş arasında ustalıkla kurgularken, ortalama bir ticarî filmin çözüm önerme/gösterme hatasına düşmemesi ile de takdiri hak ediyor. Evet, kesinlikle görülmesi gereken bir film bu ve mezarlık sahnesinde Alfred Hitchcock’un “Vertigo – Ölüm Korkusu” adlı başyapıtına göndermesini de özellikle sinefillerin atlamaması gereken bir çalışma.

(“Sessiz Çığlık”)

(Visited 259 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir