Maynila Sa Mga Kuko Ng Liwanag – Lino Brocka (1975)

“Hani Hindistan’da, yanan kömür üstünde yürüyüp de acı hissetmeyenler var ya, onlara “fakir” deniyor. Sence bunu yapabilir misin, sence sigarayı avucunda söndürebilir misin?”

Uzun süredir haber alamadığı ve çalışmak için şehre giden sevgilisini bulma umudu ile Manila’ya gelen genç bir adamın orada karşılaştığı sömürü düzeninin hikâyesi.

Filipinli yazar Edgardo M. Reyes’in 1966 – 67 arasında bir dergide tefrika olarak yayımlandıktan sonra kitap olarak ilk kez 1986’da basılan “Sa Mga Kuko Ng Liwanag” adlı romanından uyarlanan senaryosunu Clodualdo del Mundo, Jr.’ın yazdığı, yönetmenliğini Lino Brocka’nın yaptığı bir Filipinler filmi. Henüz 52 yaşındayken bir trafik kazasında hayatını kaybeden ve ülkesinin sinemasının kimilerince en önemli ismi olarak kabul edilen Brocka’nın bu yapıtı yönetmenin filmografisindeki diğer pek çok örnek gibi sosyal ve toplumsal meseleleri öne çıkaran ve ülkesinde farklı alanlarda yaşanan sömürüleri dilini sakınmadan sergileyen başarılı bir çalışma. Scorsese’nin kurucusu olduğu World Cinema Foundation’ın bir sinema mirası olarak gördüğü yapıtlar arasına alıp özenli bir restorasyonunu gerçekleştirdiği film masum bir genç adamın, yaşadıkları ve tanık oldukları ile nasıl sert bir karaktere dönüştüğünü ve sömürü düzeninin bireyleri nasıl yok ettiğini güçlü bir biçimde anlatıyor. Sinema dili yalın ve sert, bir parça da ham olan film usta sinemacı Brocka’dan görülmesi gereken bir yapıt.

Filmin ve ona kaynaklık eden romanın orijinal isminin birebir İngilizce çevirisi olan “Manila in the Claws of Light” (Türkçesi: Işığın Pençelerinde) ile tanınıyor uluslararası sinema dünyasında bu yapıt. Tagalogcadan yapılan çeviri hikâyenin içeriği ile hayli uyuşmakla beraber, aslında yanlış da bir yandan; çünkü doğru çeviri “At the Verge of Dawn” (Türkçesi: Şafağın Kıyısında) olmalıymış. Bu “yanlış” çeviri ışığın değil ama Manila’nın; genellersek, başkentin sembolü olduğu bir şekilde ülkenin sömürü düzeninin pençesine düşmüş bir genci anlattığını açıklıyor filmin ki gerçekten de seyrettiğimiz tam da böyle bir hikâye. Filipinler’i diktatörlük olarak tanımlanabilecek bir sistemle yöneten Ferdinand Marcos’un zamanlarında geçen hikâye Brocka’nın “yeni gerçekçi” denebilecek sinema dili ile gelirken karşımıza, bir emek ve emekçi öyküsü anlattığını da hiç unutmuyor.

Manila’nın bakımsız sokaklarını bir sabah saatinde gösteren siyah-beyaz görüntülerle açılıyor film; şehrin bir bakıma uyanmasına tanık olduğumuz bu görüntüler, sessizliğin yerini şehrin gittikçe artan gürültüsüne ve ıssızlığın yerini kalabalıklara bıraktığı renkli görüntülere geçerek sona ererken, hikâyenin kahramanı Julio (bu filmle sinemaya başlayan Rafael Aranda Roco, Jr. sonradan Filipinler sinemasında Bembol Roco ismi ile tanınacak ve ülkesinin en popüler oyuncularından biri olacaktır) ile tanışıyoruz. 21 yaşındaki genç adam balıkçılık yaptığı kasabadan gelmiştir Manila’ya ve yedi aydır bulunduğu şehirde memleketindeki sevgilisi Ligaya’yı (Filipinler sinemasının bir başka yıldızı olan Hilda Koronel) aramaktadır. Genç kız kasabasına gelen bir kadının teşviki ile çalışmak için gitmiştir Manila’ya ve bu yolculuğunda hem ailesinin yoksulluğu hem kendisinin büyük şehri görme merakı etkili olmuştur. Brocka’nın hikâyesi bize temel olarak Julio’nun Ligaya’yı bulma çabasını gösterirken, bu arayışı araç olarak kullanarak ve onun yaşadıkları ve gözlemleri üzerinden Manila’daki farklı sömürü sistemlerini anlatıyor.

Cebindeki tüm parayı sevgilisini aradığı aylar içinde tüketen Julio’yu inşaat işçisi olarak çalışırken görüyoruz önce ve Brocka şantiyelerdeki hayatı uzun ve detaylı sahnelerle sergilerken, işçilerin karşı karşıya kaldığı farklı sömürü türlerini net bir biçimde gösteriyor. Aşırı çalışma, düşük ücretler, ödenmeyen fazla mesailer, geç veya kısmen ödenen ücretler ve güvenli olmayan çalışma koşullarının neden olduğu iş cinayetleri hikâye boyunca sürekli olarak çıkarken karşımıza, işçilerden birinin “Paran varsa Manila’da yaşamak cennet gibi, yoksa cehennem” sözleri ile dile getirdiği üzere, yoksul olarak cehennemin içindedir adeta Julio tıpkı çalışma arkadaşları gibi. Gece okuluna giderek diploma almaya çalışan işçi veya şarkıcı olmayı düşleyen bir diğeri gibi karakterlerin çabasının çok da gerçekçi görünmediği, iş kazası olduğunda “Ücretsiz hastane”ye götürme zorunluluğunun kendisini gösterdiği ve emekçilere iş arkadaşlarının yasını birkaç dakika için bile olsa tutma imkânının tanınmadığı bu cehennemin karanlığı hikâyenin hâkim unsurlarından biri. Brocka Manila’nın yoksullarını, örneğin suyu çok kirli bir kanalın kıyısında kurulu gecekondu mahallesini ama en önemlisi bedenleri üzerinden sömürülen kadın ve erkekleri öykünün önemli birer parçası yaparak resminin bu karanlığını artırıyor. Julio’nun Manila’nın neon ışıklı gecelerindeki maceraları yoksulluk ve fuhuşun nasıl da iç içe geçtiğini ısrarla vurguluyor bize ve bir “call-boy”un seçiminin de gösterdiği gibi, insanca yaşamanın ancak para ile mümkün olduğunu ve fuhuşun da yoksullar için tek seçim olarak ortaya çıktığını söylüyor. Eşcinsel olan yönetmen Brocka fuhuş dünyasının erkek çalışanlarına ağırlık veriyor cinsel sömürüyü anlatırken (eşcinselliğin kaynak romanda yer almadığını da belirtelim bu arada). Gerçekçiliği yüksek, karakterleri yargılamayan ve belgesele yaklaşan bu sahneler yönetmenin sorumlu sinema dilinin parlak örnekleri kesinlikle ve en ufak bir zorlamaya başvurmadan seyirciyi etkilemeyi başarıyorlar.

Julio’nun parkta tanık olduğu bir kapkaçın failine verdiği tepki ile ilk kez somut bir eyleme dökülen öfkesinin birikimini etkileyici bir şekilde anlatıyor Brocka. Duyduğu, gördüğü ve yaşadığı her olayın ve olgunun genç adamı nasıl nasıl yavaş bir uç noktaya götürdüğüne tanık olmamızı sağlıyor film ve Brocka kimi tercihleri ile bu tanıklığımızın kalıcı olmasını da sağlıyor. Bu bağlamda ilk anılması gereken elbette tüm final bölümü; Julio’nun dehşetli bir çığlığa ve gözyaşlarına dönüşmesini çok güçlü bir sahne ile anlatmış Brocka ve bu sahnedeki av ile avcının aslında aynı tarafta olmaları üzerinden sert ve gerekli bir mesaj da vermiş. Anılması gereken başka tercihleri de var yönetmenin; örneğin Julio’nun mezarlıktaki gözyaşlarının “Mücadeleye katıl, korkma! Kahrolsun kapitalizm!” sloganlarının atıldığı bir politik protesto yürüyüşüne bağlanması kuşkusuz ki bir mücadele yönüne işaret anlamı taşıyor. 1970’lerde popüler olan zumlara sık sık başvuran kameranın zaman zaman sert hareket etmesi (görüntülerde filmin restorasyonuna da katkı sağlayan Mike De Leon’un imzası var) biraz belki ham bir sinemaya yol açıyor ama öte yandan yarattığı gerçekçilik açısından hikâyeye önemli bir katkı sağlıyor.

Halkın %90’a yakın bir kısmının Hristiyan ve onların da çok önemli bir bölümünün Katolik olduğu Filipinler’deki bu olguyu da akıllıca ve sembolik sahnelerde kullanmış Brocka. “Kavuşma”nın bir kilisede gerçekleşmesi ve ardından gidilen sinemada Nicholas Ray’in İsa’nın hayatını anlatan “King of Kings” filminin gösterilmesi dinin iyileştirici, uzlaştırıcı ve barışçıl mesajlarının tüm iddiasının aksine hedefine ulaşamadığını ve topluma karanlığın ve sömürünün hâkim olmasına engel olamadığını ima etmek için kullanılmış. Geçmişteki mutlu günleri hep canlı ve parlak renklerle gösteren Brocka, şehirdeki karanlık günleri ise çiğ renklerle anlatmayı seçerek belki naif denebilecek ama iş gören bir yönteme başvurmuş.

Gerek Marcos yönetiminin sansürü ve baskısı gerekse ticarî sinemanın gerekleri ile boğuşmak zorunda kalan Lino Brocka 1991’de bir trafik kazasında kaybetti hayatını ve o günden beri ülkesinin en önemli sinemacılarından biri, kimilerine göre de en önemlisi olarak kabul edliyor. Melodramın kalıplarını da özenle kullanan Brocka, ülkesindeki sömürüyü yukarıda anılanların dışında farklı göndermelerle de ele almış bu filminde. Örneğin Julio’nun çalıştığı büyük site inşaatlarından biri “La Madrid” adını taşıyor ki İspanya’nın Filipinler’i işgal eden ilk Batılı ülke olduğunu ve ülkeyi üç yüzyıldan uzun bir süre boyunca kolonisi olarak sömürdüğünü hatırlamakta yarar var. Manila gecelerinde karşımıza çıkan neon reklam panolarında ise o yıllarda dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi Filipinler’de de hızla yayılan Japon firmalarının isimlerini görüyoruz. Karakterlerden birinin bir restoran sahnesinde, çok yüksek sesle konuşan ve kahkaha atan, ve para ile çalışan müzik kutusunda Tom Jones’un “It’s Not Unusual” şarkısını çalan müşterlere “Züppeler” tepkisini vermesi de aynı bağlamda değerlendirilebilir.

Manila’nın gerçeklerinden biri olsa da filmin bir Çinli karakteri kötülüğün ve sömürünün adeta sembolü yapması ve bu eleştirisinin altını “Para Çinlilerde” gibi sözlerle çizmesi zamanında ülkedeki Çin kökenliler tarafından eleştirilmiş ve açıkçası haklılık payı var bu eleştiride. Bu Çinli karakterin adının Filipin argosunda para anlamına gelen “atik” kelimesinden yola çıkılarak “Ah Tek” olarak belirlenmesi de eleştiriyi doğrulayan bir diğer seçimi filmin. Hikâyedeki bir gelişme (eşcinsel seks hizmeti verilen bir mekânda geçen bir sahnede yaşanıyor bu gelişme) uluslararası piyasaya verilen versiyonun biraz kısaltılması yüzünden boşta kalmış ve homofobi eleştirisi yok olmuş görünüyor. Gerçek seks işçilerinin de yer aldığı bu sahne daha sonra filme hiç eklenmemiş ne yazık ki ve sadece Filipinler’deki ilk gösterimlerdeki seyirciler görme şansı bulabilmişler kesilen bölümleri. O tarihlerin genç oyuncusu Bembol Roco’nun naif ve doğal performansı ile göz doldurduğu ve Julio’nun arkadaşı Pol’u canlandıran Tommy Abuel’in de başarısı ile dikkat çektiği film, görülmesi gerekli bir sinema yapıtı özetlemek gerekirse.

(“Manila in the Claws of Light”)

(Visited 61 times, 2 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir