“Bu istasyonda bir ışık yanıyor ve biz hepimiz o ışığın etrafında dolanıp duran pervaneleriz”
Yaşadığı küçük kasabada karşı karşıya kaldığı toplum baskısı altında ezilen ve özgürlüğü arayan bir kadının hikâyesi.
Necati Cumalı’nın aynı adlı oyunundan sinemaya uyarlanan ve sinema değerinden de önce Türkan Şoray’ın sinemadaki kanunlarını ilk kez uygulamaması ile hatırlanan bir film. Senaryosu Atıf Yılmaz, Deniz Türkali ve Cumalı tarafından yazılan filmi yöneten isim sinemamızda “kadın filmleri” ve “kasaba filmleri” ustası olarak tanınan Atıf Yılmaz. Sadece karakterinin değil, Şoray’ın kendi ifadesi ile kendisinin de değişim ve dönüşümünün de sembolü olmuştu film sinemalarda gösterime girdiği tarihte. Evet, Türk sineması için ama ondan da çok Şoray için hayli cesur bir seçim olması ile kesinlikle sinema tarihimizde önemli bir yeri olan film Şoray’ın hikâyeye kimi anlarda hayli yakışan oyunu, Cumalı’nın kaynak metninin gücü ve sorguladığı/sorgulattığı toplumsal değerleri açısından ilgiyi hak eden bir çalışma. Yansıtmaya çalıştığı feminist bakışta kimi sorunları olan, Deniz Türkali’nin kaleminden çıktığını adeta bağıran mesaj kaygılı diyalogların varlığı ile bazen rahatsız eden, seslendirmede sorunları olan ve gerçekçiliği de kimi anlarda tartışmaya açık olan film bu kusurlarına rağmen görülmeyi hak ediyor.
Türkan Şoray “Sinemam ve Ben” adlı kitabında toplumdaki değişime bağlı olarak kendisini yenilemek zamanının geldiğini düşündüğü tarihlerde önüne gelen ve kendisi için cesur bir sahnenin yer aldığı senaryoyu çekmeye tereddütlerine rağmen evet dediğini yazıyor ve şöyle diyor: “Toplumda kadının geçirdiği evrim, bu değişim süreci benim de kadın olarak bir arayış ve uyanış dönemim oldu, iç dünyamla bir hesaplaşma başladı… Hayatı olduğu gibi kabullenmiştim, sorgulama cesareti gösterememiştim… Hep filmlerle yaşadığım için adeta bu karakterlerle özdeşleşmiş, hayatlarımız birbirine karışmıştı.” Yine kendi özeti ile, “kadının toplumsal baskılardan ve sevgisiz bir kocadan kurtulma çabası, özgürleşme isteği ve insanca bir yaşam özlemini” anlatan hikâyenin sinemamızda kadına gerçekçi yaklaşan ilk filmlerden biri olduğunu söylüyor. İşte beğendiği bu hikâye için, yine kendi cümlesi ile söylersek “kendi koyduğu tabuları (öpüşmek, soyunmak, yatak sahnesi çekmek…) yıllar sonra ilk kez yıkıyor”. Son bir not olarak, seyircinin ilk kez oynadığı cesur sahneyi nasıl karşılayacağını çok merak ettiği için bir sinemada seyircilerin arasına karışarak gizlice seyrettiğini ve edindiği izlenimden mutlu olduğunu da belirtelim. Peki, ortaya çıkan sonuç Şoray’ın aldığı riske değmiş mi diye sormak gerekiyor tam da bu noktada. Sinemanın başarı kriterleri açısından bakarsak ortada hem önemli başarıların hem de pek de önemsiz olmayan kusurların olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bir yarım başarı bir başka ifade ile bu film.
Şoray kimi sahnelerde gerçekten çok başarılı ki bu sahnelerin önemli bir kısmı karakterinin tedirginlik, korku ve tereddütler içinde olduğu anlar. Belki kolaycı bir yaklaşım olabilir ama oyuncunun bu sahnelerdeki başarısının -yıktığı tabular nedeni ile- içinde patlayan volkanlardan da kaynaklandığını söylemek mümkün olsa gerek. Örneğin “yat benimle!” sahnesinde oyuncunun çırpınışları o denli gerçekçi ve somut ki etkilenmemek olası değil. Benzer şekilde bu tür tüm zor sahnelerde -ille de tabularla ilgili değil bu sahneler- çarpıcı bir performans sunuyor Şoray ve ustalığını gösteriyor. Buna karşılık sayısı neyse ki az olan kimi sahnelerde klişe mimiklere başvurduğunu ve kendi yaptığı seslendirmenin de yeterince iyi olmadığını söylemek gerekiyor. Kendisine başrolde eşlik eden isimlerden Cihan Ünal ekonomik bir oyunculuk ile tiyatro geçmişinin doğal olarak daha gösterişli kıldığı performansını ters yönde çekici kılmayı başarıyor. Onun kardeşi rolündeki Hümeyra ise biraz da senaryonun feminist mesajlarına kurban gidiyor ve gerek dublajı gerekse oyunculuğu ile vasat görünüyor çoğunlukla. Figüran kadrosundaki kasabalıların da hem “oyunculukları” hem de Atıf Yılmaz’ın onları kullanma şekli ile (hadi şimdi kızgın bakın, hadi tacizkâr bakın komutlarını duyar gibi oluyorsunuz sanki) aksadığı filmde, kasabanın azgın gençlerinden birini oynayan Ahmet Uğurlu da adeta yönetmenin hiç müdahale etmediği, başını fazlası ile alıp gitmiş kaba performansı ile olumsuz anlamda dikkat çekiyor hikâye boyunca.
Özgürlüğünü arayan, içine zorla itildiği hayattan kurtulmaya çalışan evli bir kadının kocasının neden ille de kaba, çirkin vs. olması gerekir bu tür filmlerde bilmiyorum. Yine Yılmaz’ın “Bir Yudum Sevgili” filmindeki Macit Koper gibi burada da Selçuk Uluergüven daha ilk sahneden başlayarak itici ve kaba bir karakter olarak çiziliyor. Kadının kaçma arzusunu daha kabul edilebilir kılma telâşı belki bu klişenin nedeni ama açıkçası ters bir etki yaratıyor ve kadının arayışını sembolik düzeyinden çıkarıp sadece bu örnek için doğruymuş gibi görünen bir içeriğe dönüştürüyor. Deniz Türkali’nin sesini açıkça hissettiğiniz kimi diyaloglar da zorlama görünmeleri ve aman şu mesajı da vereyim kaygısının izlerini taşıması ile filme zarar veriyor. Örneğin Hümeyra’nın karakterinin belediye başkanı ile yaptığı konuşmada söylediği kimi sözler sanki bir feminist manifestonun maddeleri gibi yazılmışlar ve Hümeyra’yı da zor durumda bırakıyor bir oyuncu olarak. Oysa hikâyenin doğası, Cumalı’nın kaynak metninin temaları vs. yeterli filmin derdinin ne olduğunu anlatmak için ve Yılmaz da kimi sahneleme tercihlerindeki başarısı ile bu derdi görsel olarak güçlü bir biçimde destekliyor. Dolayısı ile bu mesajlar rahatsız etmekten başka bir işleve sahip olamıyorlar. Oysa bir başka tema (“küçük kasaba sıkıntısı”) başlarda “Gün aşırı gelen ve yeni bir yüz, yeni bir insan getirir belki diye beklenen tren” ifadesi ile çok iyi özetleniyor ve sonrasında sadece karakterlerin davranışlarında ve duygularında gösteriyor kendisini çok doğru olarak.
Kasabanın ikiyüzlü ahlâkının altının devamlı ve kalın çizgilerle çizilmesi de doğru bir tercih olmamış açıkçası. Masa altından bacak okşamalar, evli çiftlerin alenen birbirlerine “sarkması”, cinsel azgınlıklarının doruğundaki gençler ve bu azgınlığın tüm kasabaya yayılmış görünen hali fazlası ile kaba bir biçimde anlatılıyor. Olgun güzelliğinin doruğunda olan Şoray’dan etkilenmemek mümkün değil ama tüm kasaba erkeklerinin ona sürekli olarak yiyecek gibi bakması ve tüm kadınların da onu tam da bu nedenle kıskanması hikâyenin gerçekçiliğini örseliyor. Keşke tüm bunlar daha bir incelikle ele alınmış olsa ve örneğin sahneleri eski usûl kararmalarla bitirerek filmin içerdiği hüzne doğru bir yaklaşım getiren Yılmaz zaman zaman bir manifestoyu filme çekmiş gibi bir hataya düşmeseymiş.
Cahit Berkay’ın başarılı müziği ve mekanların -böyle bir ikiyüzlülüğe sahne olmalarını daha da korkunç kılan- güzelliğinden akıllıca yararlanan Salih Dikişçi’nin görüntülerinin zenginleştirdiği filmin yukarıdaki kusurları pek de önemsiz değil kuşkusuz. Üstelik bunlara eklenecek başka hususlar da var; örneğin kadının kurtuluşuna yine bir erkeğin aracı olması veya kadının hep beyaz giymesi ile vurgulanan masumluğunun filmin feminist yanı ile pek de örtüşmemesi dikkat çekiyor ama bunların en azından birincisinin gerçekçi olmak gibi bir yanı da var açıkçası. İşte tüm bu problemlerinin yanında filmin güçlü yanları da var. Yukarıdaki satırlarda kimilerinin dile getirildiği bu güçlü yanlarından biri de Yılmaz’ın sahneleme anlayışı. Senaryonun da katkısı ile filmin hiçbir anında seyrettiğinizin bir oyun uyarlaması olduğunu hissetmiyorsunuz ve Yılmaz bunu üstelik zaman zaman hayli yoğun (özellikle bir karaktere odaklanan veya havadaki gerilimi elle tutulur bir biçimde hissettiğiniz) sahneler çekmesine rağmen başarıyor. Yönetmenin kimi görsel sembolleri de çok başarılı bir biçimde kullandığını vurgulamak gerek ki bunların başında da pencere geliyor. Kadın kocasının şefi olduğu istasyonun üzerindeki evin penceresindeki tüm görüntüleri ne eksiği ne fazlası ile ve tam da olması gerektiği gibi güçlü bir sembolün göstergesi kesinlikle. Erkeği ilk kez oradan bakarken görüyor ve ona ilk kez orada bakarken görünüyor, kapatıldığı “hapishane”den dışarıya, özgürlüğüne özlem ve umutsuzlukla baktığı yer de orası veya kasabanın toplumsal baskısının sembolü olan tacizci gençler de oradayken gözetliyor onu sürekli olarak. Final sahnesinde, filmin genelinin aksine pencerenin kapalı olarak gösterilmesini ise iki farklı anlamda algılamak mümkün: Hem artık kapanan bir cezaevinin sembolü olabilir bu kapalı pencere hem de özgürlüğe kavuşanın sadece hikâyesini izlediğimiz kadın olduğunu ama toplum baskısının altında içine düştüğü tutsaklık hayatının kadınların pek çoğu için tüm dışa kapalılığı ile aslında devam ettiğini vurguluyor olabilir. Benzer bir biçimde, finalde yeni bir güne hazırlanan kasaba sahnesi kadının yeni hayatına bir gönderme olabileceği gibi kasabadaki hayatın bu sahnede gösterilen sıradanlığın altında aslında korkunç bir ahlâksızlığı gizlediğini de ima ediyor olabilir bize.
Evet, tüm önemli kusurlarına rağmen, 1980’lerin Türkiye sinemasından gelen bu iyi niyetli ve anlatacak bir şeyleri olan film kesinlikle görülmeyi hak ediyor. Şoray için bir dönüm noktası olduğu kadar olmasa da sinemamızın üstelik zor zamanlar yaşadığı bir dönemindeki önemli denemelerinden biri bu ve Atıf Yılmaz’ın ısrarla kadını anlatmaya çalışması ve sinema tarihinde çok da görülmeyen bir şekilde oyuncunun kendi dönüşümünün karakterininki ile hayli çakışması ile de önemli bir çalışma bu.