Night Falls on Manhattan – Sidney Lumet (1996)

“Ellerin temiz kalsın mı istiyorsun? Rahip ol!”

Bir savcının etrafını kuşatan yozlaşmadan temiz çıkma mücadelesinin hikâyesi.

Amerikan sinemasının adalet mekanizmaları içindeki parçaları ele aldığı, sorguladığı ve, elbette ve maalesef sonunda düzene güveni tazelediği filmlerden biri. Bu filmin benzerlerinden birkaç önemli farkı var dikkate alınması gereken; yozlaşmanın dozunu göstermekten çekinmiyor, sonunda tazelediği güvenin kırılganlığını hissettiriyor ve liberal bir bakışı korumaya çalışıyor ve bu bağlamda komünistlikle bile suçlanabilen sivil toplum kuruluşları ve vicdan sahibi hukukçuların yanında taraf tutuyor. Sidney Lumet’in sinemasal açıdan dikkat çekici bir farklılık yaratmadığı ve zaten bunun da peşinde değilmiş gibi göründüğü filmde yönetmen hikâyeyi eli yüzü düzgün ve standart bir şekilde anlatmayı tercih ederek seyircinin daha çok kurumsal yozlaşmaya ve bu arada bunun neden olabileceği bireysel dramlara odaklanmasını istemiş.

Filmin başlangıç bölümlerinde yönetmen bir yandan ve epey alaycı bir dille emniyet teşkilatının beceriksizliklerini ve dağılmışlığını sergilerken diğer yandan hukuk gibi büyük ve kutsallık atfedilmiş kavramların içinin aslında nasıl da boş olduğunu anlatıyor. Duruşmada uyuyan yargıçlardan çoğu başka bir seçenek bulamadığından veya buradan başka bir yere sıçrama planı ile bu “kutsal” mekanizmaya katılan gençlere, adaletin politika ile iç içeliğinden en temel hakkımız olan adaletin nasıl bir takım insanların dağıtıp dağıtmamaya veya dağıtacağı zaman da kime ve ne ölçüde dağıtacağına karar verdiği bir hak olduğuna kadar pek çok dokundurması var filmin. Richard Dreyfuss’un serbest bir stilde canlandırdığı avukatın acıtıcı tespitinde olduğu gibi tüm bu yozlaşma öyle bir boyuta gelmiş durumda ki “insanın tüm bir nesli hapishaneye kilitleyip, anahtarı da denize atası geliyor”.

Baş roldeki Andy Garcia’nın sanki rolünün altını yeterince dolduramıyor gibi göründüğü filmde öne çıkan isimler yardımcı rollerdeki iki isim: eski savcı rolündeki Ron Leibman ve özellikle baba rolündeki Ian Holm. Biri dinamik bir karakteri dozunda bir abartı ile canlandırırken, ikincisi filme nerede ise damgasını vuruyor.

Temiz kalmanın mümkün olmadığını vurgulayan bir hikâye, evet gerçekçi olduğu kadar bir yandan da rahatsız edici ama Hollywood’un gönlü filmi bitirirken mutsuz olmanızı kaldıramayacağından “tamam ama yine de…” tarzından bir final ile kapatıyor filmi. Oysa film gayet doğru bir tempoda aktardığı ve gittikçe kahramanımızı sıkıştırmaya başlayan ve en yakınına kadar ulaşan yozlaşmanın hak etttiği bir şekilde ağzımızda acı bir tat ile bitiyor olsaydı çok doğru bir seçim yapmış olurdu. Bu hali ile hem içiniz rahat olsun diyor hem de kansere karşı aspirin tedavisinin yeterli olduğunu söylüyor nerede ise.

Sinemasal veya teknik açıdan öne çıkan bir yanı olmayan film, asıl olarak hikâyesi ile önemli gibi. Finali ile kendisine zarar verse de bu hikâye etrafımızın direnemeyeceğimiz kadar kuvvetli ve yoğun kötülükler ile sarılı olduğunu ve bu kötülüklerden ne en yakınımızdakilerin ne de kendimizin sıyrılabileceğini söylüyor. Bu hikâyenin görsel karşılığı yeterince verilememiş olsa da görmekte yarar var.

(“Karanlıktan Önce”)

(Visited 266 times, 2 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir