“Gördüm her şeyi tüm berraklığı ve tuhaf dobralığıyla / Ve anladım ki hayat yüzüstü bırakıp gitti beni”
On sekizinci yüzyılda yaşamış Ermeni şair ve müzisyen Sayat Nova’nın lirik bir dil ve imajlarla anatılan hayat hikâyesi.
Ermeni yönetmen Sergei Parajanov’un Sayat Nova’nın şiirlerinden de faydalanarak senaryosunu yazdığı ve yönettiği bir Sovyetler Birliği yapımı. Sinema dünyasında yapılan pek çok ankette tüm zamanların en iyileri arasında sık sık yer bulan film, bir sanatçının hayatını klasik bir biyografiden çok uzak bir anlayışla ve müthiş bir lirik görsellikle anlatan, mutlaka görülmesi gereken bir sinema yapıtı. Sovyet sansürünün, şairle ilgili yeterince eğitsel bilgi vermediği (daha doğrusu, onun alışılan anlamda biyografisini içermediği) ve dinsel imajların fazlalığı gerekçesi ile gösterimden kaldırdığı ve ancak kısaltılmış bir kopyasına izin verdiği film hiç göz kırpmadan seyredilmesi gereken, sembolik ve alegorik anlatımı ile oldukça özgün bir biçim ve içeriği olan, Parajanov ile görüntü yönetmeni Suren Shakhbazyan’ın müthiş bir görsel güçle donattığı bir yapıt olarak her sinemaseverin ilgisini hak ediyor.
Prestijli Sight and Sound dergisinin en son 2022’de düzenlediği ve eleştirmenler ile yönetmenlerin katıldığı oylamada tüm zamanların en iyi 122. filmi seçilen (2012’deki aynı oylamada 84. olmuştu) “Narın Rengi”nin başarısının hem kanıtı hem de doğal bir sonucuydu bu. Bilinen anlamda bir biyografi filminden çok farklı bir eser var karşımızda; nitekim restore edilen kopyasının başında şu bilgilendirme yer alıyor: “Bu film ozanın hayat hikâyesini anlatma girişimi değildir. Yönetmen daha ziyade onun ruhunu dehşetle sarsan şeyleri, tutkularını ve çektiği acıları işleyerek iç dünyasını yeniden resmetmeye çalışmış, bunu yaparken Orta Çağ Ermeni âşık geleneği olan “Aşuğ”a özgü sembolizm ve alegorilere yer vermiştir”. Sayfaları sararmış, kenarları kısmen yanmış bir kitabın görüntüleri ve bu görüntü üzerindeki bir sesle açılıyor film: “Hayatı ve ruhu eziyetlerle dolu bir adamım ben”. Kitabın görüntüsü ve açılış sözü tekrarlanırken, arada beyaz bir örtü üzerinde “kanayan” narlar ve yine “kanayan” bir bıçak, bir taş kitabe üzerinde üzüm ezen bir çift ayak gibi görüntüler ve Tigran Mansuryan’ın etnik melodilerle süslü müziği bizi filmin görsel ve işitsel büyüsü ile ilk kez karşı karşıya bırakıyor.
Film, evet, bir kronoloji takip ediyor ama aslında çok da önemi yok bunun; çünkü Parajanov Sovyet sansürünün “isabetle” tespit ettiği gibi bir biyografi çekme niyetinde olmamış hiç. “Bu dünyanın renkleri ile rayihalarından bir ozan liri yaratıp sundu bana çocukluğum” diyor başlarda ozanın sesi ve Tanrı’nın dünyayı ve Adem’i yaratmasını anlatmaktan ozanın çocukluğuna (bir bakıma onun yaratılışına) geçerek bir kronolojik sıra da izliyor hikâye ama açıkçası bunun hiçbir özel önemi yok. Parajanov ozanın yaşamını onun -girişte de belirtildiği gibi- acıları ve başta tutkuları olmak üzere- duyguları üzerinden anlatıyor. Bu sırada başvurduğu semboller ve alegoriler kuşkusuz ki ozanı ve/veya Ermeni kültürünü bilenler için çok daha anlam taşıyacaktır ama bu bilgi olmadan da çok etkileyici, doyurucu ve hatta bilgilendirici bir yapıt yaratmış yönetmen. Bu başarının arkasında ise kuşkusuz ki gerçek bir sanatçının yüksek yaratıcılığı ve ele aldığı obje/tema hakkındaki derin bilgisi, saygısı ve sevgisi yatıyor.
Her bir karesi görsel ve işitsel açıdan yüksek bir estetik duygusu taşıyor filmin. Karakterlerin dans havalı vücut dilleri ve genellikle tıpkı bir tablodaymış gibi kameraya doğru bakmaları (veya kameraya döndükleri), renklerin tüm canlılığı ile kullanımı, bir naif tablonun (veya folklorik resmin ya da minyatürün) canlanmış halleri olarak tasvir edebileceğimiz biçimselliği ile her anında güçlü bir biçimde çarpıyor seyircisini film. Minyatürlerdeki gibi, karakterlerin genelikle ifadesiz yüzlere sahip olması onların -her ne kadar bir bireye karşılık geliyorlar olsa da- sadece bir bireye değil, o bireyin temsilcisi olarak görülebilecek bir toplum kesitine karşılık geldiğini düşündürüyor. Aynı sahne içinde tekrarlanan hareketler (bugünün dili ile konuşursak, bir GIF’teki gibi), ozandan alıntılar olan ve arayazı olarak ya da seslendirilerek karşımıza çıkarılan lirik ifadeler ve şarkılar/ağıtlar gibi unsurlar her bir karesi özenle düşünülmüş görünen yapıtı farklı kılıyor kesinlikle.
Baştan sona bir hüzün ve melankoli hâkim filme ve sadece ozandan alıntılar (“Bu sıhhat ve letafet dolu hayatta bir ben yazgılıyım ızdıraba”, “Ararken sevdamız için sığınıp soluklanacak bir liman / Vardı yolumuz ölüler diyarına”, “Yuvaya dönüşün ve umudun çağrısı çalınır kulağıma, lakin yok mecalim / Kim saldı bunca gamı bu yaşlı ve yorgun dünyaya” vb.) değil bu havayı yaratan; hikâyenin içeriği ve yönetmenin tüm görsel tercihleri de destekliyor bu hissi. Bir manastırda görevliyken, ülkesini işgal eden İran Şahı’nın müslüman olması talebini ret edince başı kesilerek öldürülen Sayat Nova’nın bu trajik sonu belki de yönetmene yapıtına bu havayı verdiren. Efektlerin akıllıca kullanıldığı; karakterlerin ve objelerin görüntü içindeki hareketlerinin, özellkle de ritmik salınımlarının ilgili sahneye bir iç ritm kazandırdığı; ölen bir din adamının naaşı için kiliseye doluşan yüzlerce koyunun sembolik görüntüsü ve çok çarpıcı bir cenaze sahnesi gibi anılması gereken pek çok yanı olan film seyircisini güçlü bir melankolinin kucağına bırakıyor özetle.
Biseksüel olan Parajanov’un filminde cinsellilikle ilgili tercihleri de onun bu yöneliminin izlerini taşıyor. Gürcü oyuncu Sofiko Chiaureli’nin canlandırdığı altı karakterin farklı cinsiyetlerde olması, hamamdaki erkekler sahnesinde görsellikle ilgili seçimler ve bir oyuncunun yine kendisinin canlandırdığı ama cinsiyeti farklı olan bir karakteri baştan çıkarması bölümü gibi farklı izleri hikâye boyunca sürmek mümkün. Cinsel yönelimini saklamayan ama arasının iyi olmadığı Sovyet rejiminin “sodomi” ve “bir erkeğe tecavüz” suçlamaları ile dört yıl cezaevinde kalan yönetmenin kendi acılarının da hikâyesine yansıdığı söylenebilir bu nedenle.
Görsel büyüsü ile günümüzde de sanatçıları etkilemeye devam ediyor Parajanov’un filmleri ve özellikle de “Narın Rengi” adlı başyapıtı. Mark Romanek’in yönettiği Madonna videosu “Bedtime Story” (1995) ve Tarsem Singh’in yönettiği Lady Gaga videosu “911” (2020) doğrudan, Joel ve Ethan Coen kardeşlerin 2002’de çektiği bir reklam filmi ise dolaylı olarak bu filmden ilham almışlar. Juno Reactor’un 1997 tarihli “God is God” şarkısının videosu içinse tamamen “Narın Rengi” filminden sahneler kullanılmış, şarkı ile oldukça uyumlu bir şekilde.
Filmin önemli yanlarından biri de “milliyetçi” bir sanatın nasıl olması gerektiği konusunda adeta bir ders niteliği taşıması. Kaba bir propagandadan, kaba bir ötekileştirmeden ve düşman yaratmaktan uzak duruyor Parajanov ve ülkesinin tarihinin ve kültürünün farklı unsurlarını üstün bir sanat eseri ile çıkarıyor dünyanın karşısına. Filmin bugün sinema tarihinin başyapıtları arasında yer alması da onun hem kendisi hem halkı için ne kadar doğru bir karar verdiğini gösteriyor bize. Filmin kolaylıkla gözden kaçabilecek veya hiç fark edilmeyecek bazı sembollerinden bu bağlamda söz etmekte yarar var: Örneğin açılıştaki “kanayan narlar” sahnesinde kan lekesi eski Ermenistan Krallığının haritasını oluşturacak şekilde oluşuyor; nar ise Ermenistan’da bereket ve iyi talihin sembolü olarak kabul edilen bir meyve. Bir başka sahnede ise yünlerin Ermenistan bayrağının renkleri ile boyandığını görüyoruz.
Filmin ilk gösterime çıktığında “Sayat Nova” olan adı, sansüre uğramasına neden olan gerekçeler ile “Nran Guyny” (Narın Rengi) olarak değiştirilmiş. Parajanov ve Marfa Ponomarenko’nun dönemine göre hayli ilerici sayılabilecek kurgu anlayışı ile, ihtiyacı olan dinamizmi yaratmayı başaran bu yapıt senaryo ve yönetmenlik dışında; kurgu, koreografi, kostüm ve set tasarımlarında da imzası bulunan Parajanov başta olmak üzere, yaratılışına katkı sağlayan tüm isimlerin takdiri hak ettiği bir başyapıt.
(“Sayat Nova” – “The Color of Pomegranates” – “Narın Rengi”)