Of Human Bondage – John Cromwell (1934)

“Garip görünebilir ama her zaman böyle hissettim. Sanırım her zaman da böyle hissedeceğim. Beni sevmeni sağlamak için elimden gelen her şeyi yaptım. Senin herhangi birini sevme yeteneğinden yoksun olduğunu düşünmüştüm. Şimdi o adam için her şeyini feda etmeye hazır olduğunu düşünmek çok korkunç”

Âşık olduğu ve engel olamadığı bir bağımlılık duyduğu kadının hayatına sürekli girip çıkması ile tüm dünyası altüst olan bir genç adamın hikâyesi.

W. Somerset Maugham’ın 1915 tarihli aynı adlı romanından uyarlanan bir ABD yapımı. Senaryosunu Lester Cohen’in yazdığı, yönetmenliğini John Cromwell’in yaptığı filmin başrollerinde İngiliz oyuncu Leslie Howard ve bu film ile Hollywood’a bir yıldız olduğunu kabul ettiren Bette Davis yer alıyor. 600 sayfalık bir romandan 83 dakikalık bir film yapmanın doğal sonucu olarak olay örgüsünün yeterince derinleştirilemediği film tutkunun sonuçlarını etkileyici biçimde anlatsa da oluşumunu aynı güçte getiremiyor seyircinin karşısına. Buna rağmen kesinlikle bir klasik kabul edilmesini sağlayacak bir çekiciliği olan film iki başrol oyuncusunun parlak performansları ile 1930’lu yılların ilgiyi hak eden ve Hollywood’un hikâye anlatmaktaki ustalığının örneklerinden biri.

W. Somerset Maugham’ın başyapıtlarından sayılan romanı 1934 tarihli bu filmden sonra iki kez daha uyarlanmış sinemaya: 1946’da Edmund Goulding (başrollerde Paul Henreid ve Eleanor Parker yer alıyor) ve 1964’te Ken Hughes (Birkaç sahnesini Henry Hathaway ve Bryan Forbes’un çektiği filmde Laurence Harvey ve Kim Novak oynamış ana karakterleri) tarafından yönetilen bu uyarlamalar bugün Cromwell’in yapıtının gölgesinde kalmış olarak kabul ediliyor. Maugham’ın kendi gençliğinden izler taşıması ile otobiyografik unsurları olduğu kabul edilen romanın burada Hollywood usulü bir sadeleştirmeye ve kısaltmaya maruz kalması pek de filmin lehine olmamış görünüyor. Üstelik Lester Cohen senaryoyu oluştururken kitabın içeriğini ve olayların gelişimini daha “anlaşılır ve kabul edilebilir” kılmış ki bu da Maugham’ın romanını neredeyse sıradan bir esere dönüştürmüş. Başka bir ifade ile söylersek, kitabın neden yazarın başyapıtlarından biri olarak kabul edildiğini gösterecek bir kanıt kalmamış ortada. Kısaltmanın en olumsuz sonucu ise tüm hikâyenin etrafında döndüğü tutkunun ve vazgeçememenin inandırıcılığını ve elle tutulabilirliğini sağlayacak bir neden kalmaması olmuş.

Evet, bağlılığın nasıl oluştuğunu yeterince anlatamıyor film ama neden oldukları oldukça güçlü bir hikâye anlatıcılığı ile geliyor seyircinin önüne. Bunda da özellikle iki başrol oyuncusunun önemli birer payı var. Leslie Howard doğuştan rahatsız olan ayağının da neden olmuş göründüğü ama dışarıya hiç yansıtmamaya çalıştığı ezikliğini örtecek bir sevme ve bağlanma telaşında olan karakterini nüanslarla örülmüş bir şekilde getiriyor karşımıza. Howard’ın, bir İngiliz kadınını canlandırmasından başta pek hoşlanmadığı söylenen Bette Davis’in ise özellikle adama kötü davrandığı, azarladığı ve hatta aşağıladığı sahnelerde -üzerine şarkı da (Kim Carnes’ın söylediği “Bette Davis Eyes”) yazılmış- iri gözlerini iyice açarak ve kameraya doğru konuşarak sergilediği güçlü performans (Oscar’a aday gösterilmişti oyuncu bu rolü ile) gerçekten dört dörtlük. Onların bu başarısı aralarındaki tuhaf ilişkiyi, bir tarafın sadece sevdiği diğerinin ise sadece sevildiği ilişkiyi, yukarıda anılan uyarlama sorunlarına rağmen inandırıcı ve ilgiye değer kılıyor. Jenerikte adının Howard’ınkinden daha sonra ve ondan daha küçük yazılmasının da gösterdiği gibi hikâyenin yıldızı Howard olsa da, bu filmden sonra Bette Davis bir yıldız olma hayaline ulaşmış ve Hollywood da on bir kez aday gösterdiği Oscar ile iki kez ödüllendirmişti onu. Oyuncularla ilgili bir son not olarak, Howard’ın bu filmden dokuz yıl sonra, 1943’te Portekiz’den İngiltere’ye dönerken bindiği uçağın Alman savaş uçakları tarafından düşürülmesi ile hayatını kaybettiğini söyleyelim.

Film Amerikan sinemasında uzun yıllar egemen olan sansür anlayışının hemen öncesinde gösterime çıkarılmış ve adamın ressam olmaya çalıştığı dönemde çizdiği çıplak kadın resimleri bu sayede görüntüye girebilmiş. Bu filmden sonra uzun bir süre Amerikan sinemasında böyle bir görüntüye tanık olmak mümkün olmamış doğal olarak. Elbette filmdeki görüntüler bugün dikkati bile çekmeyecek bir içeriğe sahipler ama sinemanın nerede başlayıp nerelere takıldıktan sonra bugün nereye geldiğini göstermesi açısından bir öneme sahip bu durum. Buna karşılık film aslında kolayca kayabileceği erotik bir tutkudan uzak durmuş ki bu da çok doğru olmuş; romanının adını Spinoza’nın ölümünden sonra 1677’de basılan “Ethica, Ordine Geometrico Demonstrata” (Etika) adı kitabının dördüncü bölümünün başlığından (“İnsanın Esareti veya Duyguların Gücü üzerine”) alan Maugham, Spinoza’nın insanın kontrol edemediği duygularının esiri olmasını anlattığı bu bölümün edebî karşılığını üretmiş bir bakıma ve film de -Hollywood sınırları içinde kalarak elbette- bu karşılığı sinemaya taşımış. Aralarında kültürel ve sosyal önemli farklar olan, farklı sınıflara ait iki insan arasındaki ilişkinin birinin engel olamadığı sevgi ve yardımcı olma hissine, diğerinin ise karşısındakini kullanma arzusuna dayalı olarak sürebilmesi bu filmde her zaman ikna edici olmasa da, ilgiyi hak eden bir şekilde sergilenmiş.

Leslie Howard’ın canlandırdığı Philip karakteri üzerinden romanın (ve elbette filmin, ima dahi edilmese de) eşcinsel bir alt metni olduğu da ileri sürülmüştü. Phillip’in doğuştan çarpık olan bir ayağı ve farklı sahnelerde gösterildiği üzere bunun onun karakterinde yarattığı etki üzerinden, kendisi biseksüel olan ve hayatının son yıllarını bir eşcinsel olarak geçiren Maugham’ın eşcinselliğe bir göndermede bulunduğu söylenmiştir hep. Film özellikle bu amaca yönelik bir bakışa sahip olanlar dışındakilere böyle bir ipucu vermiyor ama Philip’in tıp okulundaki bir ders sırasında ayağını göstermesi istendiğinde kameranın etraftakilerin bakışlarını yansıtma şekli ve birden fazla sahnede adamın sadece ayağına odaklanılması bu bakışı destekliyor olabilir. Philip’in hikâyede üç ayrı kadınla olan ilişkisinin niteliğini de yine bu bağlamda değerlendirmek mümkün.

İngilizce yazılmış romanların en önemlilerinden biri olarak kabul edilen kitabın edebî gücünün karşılığı olduğunu söylemek zor bu filmin ama yine de başta Bette Davis’in varlığı ve performansı olmak üzere çekici pek çok yönü olduğu açık. İnsanın duygularının esiri olmasını anlatan bir Hollywood klasiği.

(“İnsanın Esareti”)

(Visited 128 times, 3 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir