Ouistreham – Emmanuel Carrère (2021)

“Sen kitabın için buradasın, işin bitince bırakacaksın ama buradakilerin o şansı yok. Fark çok büyük, öyle değil mi?”

Güvencesiz işlerde ve zor koşullarda çalışan emekçi sınıfla ilgili yazacağı kitap için sahte bir kimlikle temizlik işçilerinin arasına katılan bir gazetecinin hikâyesi.

Fransız gazeteci Florence Aubenas’ın pek çok ödül kazanan otobiyografik kitabından serbest bir şekilde uyarlanan senaryosunu Emmanuel Carrère ve Hélène Devynck’in yazdığı, yönetmenliğini Carrère’in yaptığı bir Fransa yapımı. Günümüz sinemasında Ken Loach ve Dardenne Kardeşler’in istikrarlı bir şekilde ve ısrarla anlattığı sınıf ve yoksulluk hikâyelerinin benzerlerinden biri olan yapıt, ek olarak gazetecilik (ve sanatçılık) etiği konusunda da önemli sözleri olan bir çalışma. Juliette Binoche dışında hemen tamamı amatör oyunculardan oluşan kadrosundan başarılı performanslar alan film Binoche ve Hélène Lambert’in (temizlik işçisi Chrystèle rolünde) sürüklediği hikâyesi ile bizi gerçekliğinden şüphe duymayacağınız ama bir parça yumuşatılmış görünen bir dünyaya sokuyor. Binoche’un karakterinin doğruyu anlatabilmek için sahte bir karaktere bürünmesi ve anlatılanla anlatanın farklı sınıflardan olmasının ele alınma şekli çok daha güçlü bir politik sonuca erişmeye engel olmuş görünse de ilgiyi hak eden bir yapıt bu.

Hukuk okuduktan sona evlendiği için iş dünyasından uzak kalan ama kocası kendisini terk edince hayata yeniden başlamak zorunda kalan, özgeçmişindeki 23 yıllık boşluk yüzünden ancak “bakım ve türevi” gibi havalı isimlendirmeleri olan temizlik işlerinde çalışabilecek bir kadın olarak çıkıyor karşımıza Marianne. Bir Loach sahnesini hatırlatan açılış bölümünden başlayarak, kadının sürekli etrafını gözler görünen havası ve bir süre sonra da anlatıcı tarzındaki cümleleri ile onun gerçek kimliği hakkında seyirciye ipuçları veriyor film. Bir yazar ve gazetecidir Marianne ve kimliğini keşfeden ama oyununu sürdürmesine izin veren resmî görevliye neden bu kılık değiştirmeye başvurduğunu şu sözlerle açıklar: “Kriz konusunu duymaktan gına geldi, işsizliği ve yoksulluğu… Sanki gerçekte böyle şeyler yokmuş gibi… Güvencesiz çalışma… Gerçekte nelerin döndüğünü öğrenmek istiyorum”. Havalı isimler takılarak tuvalet temizlikçiliği gibi işlerin olduklarından farklı bir şeymiş havasına sokulduğu, ama bu isim hassasiyetinin o işleri yapanların sömürülmesi konusunda gösterilmediği bir dünyada yaşadığımızı vurgulayan sahnelerle başlıyor hikâye. Temizlikçi olmaktan başka çaresi olmayanların iş görüşmelerinde “Temizlik benim için bir tutku” demek zorunda kaldığı ve bu cümlelerdeki sahtelik iki tarafça da bilinse de, karşılıklı oyunların oynandığı bir modern sömürü dünyasında olduğumuzu hatırlatmayı baştan sona hiç ihmal etmiyor Emmanuel Carrère.

Temizlikçilere verilen eğitimde söylendiği gibi hep görmezden gelinecekleri ama her zaman “gülümsemeyi, merhaba demeyi, vedalaşmayı ve teşekkür etmeyi” unutmamaları gereken bir iştir Marianne’ın kitabı için seçtiği. Bu işi belki de bir ömür boyu yapmak zorunda kalacakların yaşamlarını anlatan bir kitabı yazmak için Marianne’ın seçtiği yol aslında saygıyı ve takdiri hak ediyor; çünkü dışarıdan değil, içeriden bir bakışla yazmak istiyor kitabını ve gerçeğe yaklaşabildiği kadar yaklaşmayı hedefliyor. Ne var ki finalin gösterdiği ve bu yazının girişindeki sözlerin de altını çizdiği gibi “ayrı dünyalar”da yaşıyor kadın ve o emekçiler. Kitaba kaynak olan romanın yazarı Florence Aubenas’ın yönteminin daha önce de örnekleri olmuştu edebiyat dünyasında; bunların bizde en çok bilineni ise herhalde Alman gazeteci Günter Wallraff’ın “Ganz Unten” (En Alttakiler) adlı kitabıdır. Bir Türk işçi kılığına giren Wallraff iki yıl boyunca karşı karşıya kaldığı yabancı düşmanlığını ve maruz kaldığı ırkçılığı anlatır bu çok satan kitabında. Aslında hikâyeyi yaşayan ile o hikâyeyi anlatanın farklı dünyalardan olması tarafsızlık gibi avantajlara sahip olsa da, “ateş düştüğü yeri yakar”ın gayet iyi özetleyeceği gibi gerçekten içeride olmamanın dezavantajlarını da taşıyor. Yoksulluğu ve sömürüyü belki de hiçbir zaman kurtulma umudu olmadan yaşamak ile o düzenin dışına istediğin zaman çıkabileceğini bilerek tecrübe etmek kuşkusuz ki çok farklı şeyler.

Hikâye bir etik konuyu daha tartışmaya açıyor; bir gazetecinin takındığı sahte kimlikle yaşamlarına girdiği insanlarla olan ilişkilerinin tümünün aslında bir yalanın üzerine kurulu olması. Ne kadar iyi niyetli olunursa olunsun, filmde de gördüğümüz gibi, kurulan dostluklar, paylaşılan sıkıntılar ve sırların taraflarından birinin aldatılması söz konusu bu yöntemde. Varlıklarından değil, yokluklarından haberi olunan insanların arasındaki yaşamı sırasında onların yakın arkadaşı ve gelecekle ilgili hayallerinin parçası oluyor Marianne ve gittikçe artan bir dozda vicdan azabı da duymaya başlıyor bundan. Bir gazetecinin toplumsal yararı olan bir amaç için kılık değiştirmesi anlaşılabilir ve gerekli bir yöntem kuşkusuz; ama bunu örneğin otoriter bir devletin içine sızarak yapmak ve zulme ortak/araç olanlarla yakınlaşarak yapmakla, burada olduğu gibi zulmün kurbanlarını (da) aldatarak yapmak arasında önemli bir fark olduğu da kesin. Sonuçta yayınlanan kitap o kurbanların yaşamları ile ilgili farkında olunmayan ya da sırt dönülen gerçekleri halkın gündemine sokabilmek gibi önemli bir misyonu yerine getirmiş oldu ama yine de yöntemin etik açıdan sorgulanmasına engel değil bu durum.

Emmanuel Carrère’in klasik bir sinema dili ve kurgusal olmayan bir kitabın anlatım tarzına zaman zaman özellikle yakın duran tercihlerle anlattığı hikâyenin olumlu tarafı, emekçilerin çalışma sahnelerinin detayları ile uzun uzun gösterilmesi ve böylelikle onların emeklerine saygı duyulması; bu seçim önemli çünkü filmin odağında emekleri hissedilmeyen ve küçümsenen insanların yoksulluğu ve güvencesiz gelecekleri var. Senaryonun eleştiriye açık yanı ise, hikâyeyi gereğinden fazla yumuşatan “yoksul ama yine de mutlu” görüntüleri. Bu tür sahnelerin yaşanan sömürünün zaman zaman önüne geçtiğini ve kadının gazeteci olarak içine düştüğü ikilemin filmin örneğin bir Ken Loach tarzı eleştirinin gücüne erişememesinin nedenlerinden biri olduğunu kabul etmek gerekiyor. Tek bir sahnede ve çok kısa bir süre değinilen “durumları daha kötü olan Somalili kaçak göçmenler”in eğreti durmasının nedeni de bu olsa gerek.

Hikâyenin kahramanının temizlikçi olarak çalıştığı ve İngiltere’nin Portsmouth limanı ile filme adını veren Fransa’nın Ouistreham limanı arasında işleyen feribotun, zorlu çalışma şartları nedeni ile temizlikçilerin “düşülecek en kötü yer” olarak tanımladığı yapıtta jeneriklere eşlik eden “La Vie Qu’on Mène” adlı şarkıyı Fransız rapçi Ninho seslendirmiş. Bu parçanın da hikâyenin sıradan insanları anlatma çabasına destek verdiği filmin kaynağı olan romanın sinemaya uyarlanması için harekete geçen ve bunun için de yönetmeni ikna eden, çağdaş sinemanın en büyük oyuncularından biri olan Juliette Binoche olmuş. Girdiği her rolü kendisine ait kılmayı başaran ama aynı zamanda seyirciye kendisini unutturacak kadar karakterinin içine girebilen Binoche’un, kadrodaki amatör oyuncularınkine kesinlikle ters düşmeyen parlak performansının yanında filmin oyunculuk açısından sürprizi Chrystèle rolündeki Hélène Lambert. Lambert ilk ve şimdilik son oyunculuğunda yalınlığı ile daha da güçlenen bir performans sunuyor. Özetlemek gerekirse, kesinlikle önemli ve ilgiyi hak eden, finaldeki duygusallığı -neyse ki- hikâyenin tümüne yaymamış bir çalışma bu; aynı hikâye ile Ken Loach’un nasıl bir sonuç elde edeceği konusunda merak uyandırması da ayrıca önem taşıyor. Loach’un (sadece onun değil, sosyal gerçekçi filmlerin diğer ustaları Dardenne kardeşlerin de) Marianne’ı değil, Chrystèle’i hikâyenin asıl kahramanı yapacağı ise muhakkak.

(“Between Two Worlds” – “Ayrı Dünyalar”)

(Visited 100 times, 3 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir