Oyogi Sugita Yoru – Kohei Igarashi / Damien Manivel (2017)

Çizdiği resmi babasına göstermek için karlı bir günde kendi başına yolculuğa çıkan altı yaşındaki bir çocuğun hikâyesi.

Yönetmenliğini Fransız Damien Manivel ve japon Kohei Igarashi’nin yaptığı bir Fransa ve Japonya ortak yapımı. Sesli ama diyalogsuz olan yapıt, kadrosu tümü amatör ve gerçekten de aynı ailenin üyesi olan dört “oyuncu” ve bir başka amatör oyuncudan oluşan ve yirmi dört saatlik bir zaman diliminde geçen bir “hikâye”si olan bir film. Bilinen anlamda bir hikâyesi yok filmin ve diyalogsuzluğu, sakinliği ve yalınlığı ile ortalama bir sinemasever için pek de ideal bir seyirlik olmayabilir. Ne var ki bir dürüst belgesel gerçekçiliğini taşıyan yapıt, bir çocuğun tek başına atıldığı bir macerayı o derece sıcak, doğal ve sahici bir şekilde aktarıyor ki bize kayıtsız kalmak mümkün değil. Altı yaşındaki bir çocuğun kahramanı olduğu bir hikâyeyi en ufak bir duygu sömürüsüne, provokasyona veya zorlamaya başvurmadan anlatmayı başaran Manivel ve Igarashi ikilisinin bu ortak filmi sinemanın -tüm diğer sanat dalları gibi- temelde insanı insana taşıma sorumluluğu olduğunu da hatırlatıyor bize.

Kogawa ailesinin dört bireyi (kahramanımızı canlandıran Takara, babası Takashi, annesi Chisato ve kız kardeşi Keiki) ve sonlarda karşımıza çıkan minibüslü adamı canlandıran oyuncudan (Yûji Kudô) oluşan beş kişilik bir kadrosu var filmin. Tren sahnnesindekiler, çatısındaki karı temizleyen adam ve balık pazarındaki işçiler gibi görüntüye çok kısa süreli gelenler de var hikâyede ama asıl kadro bu beş kişi; filmin tüm sahnelerinde ve hemen tüm karelerinde karşımıza çıkan Takara Kogawa da dahil olmak üzere onlar da herhangi bir oyunculuk yapmıyorlar aslında. Adeta Manivel ve Igarashi ikilisi aileden izin alıp onların bir günlerini çocuğun yaşadıkları üzerinden anlatmayı seçmişler bize ve bunu görüntülediklerine hiçbir müdahalede bulunmayan ve sadece olduğu gibi görüntüleyen bir biçimde yapmışlar.

Japonya’nın Aomori şehrinde çekilen film aynı mekânda başlıyor ve bitiyor. Evinin mutfağında, karanlıkta tek başına oturan ve sigara içen bir adamı görüyoruz açılış sahnesinde. Ailenin babası olan adam evden çıkıyor sonra ve lapa lapa yağan karda minibüsüne atlayarak işe gidiyor. Vivaldi’nin “Dört Mevsim” adlı konçertosunun İlkbahar bölümünün zarif bir piyano versiyonu eşlik ediyor bu açılışa ve odasının penceresinden, aracı ile uzaklaşan babasına bakan küçük çocuğu görüyoruz ardından. Uyku tutmamıştır altı yaşındaki oğlanı; kendi kendine oyalanır, annesini uykusundan uyandıramaz ve oturup bir resim çizer. Sabah okulun kapısına kadar gider ama içeri girmez ve sırt çantasındaki resmi babasına göstermek için onun iş yerine doğru yolculuğa çıkar. Üç bölümde anlatılıyor hikâye: “Çizim”, “Balık Pazarı” ve “Uzun bir Uyku”. Manivel ve Igarashi’nin altı yaşındaki çocuğu odaklarına alarak ve dışarıdan izliyor gibi olsalar da, seyirciye onun bakışını ve algıladıklarını da geçirerek anlattıkları bu hikâye tıpkı gerçek yaşamın kendisi gibi küçük olaylarla dolu ve örneğin tüm gece uyumayan çocuğun sabah kahvaltı masasında gözleri kapanarak yere düşmesi, tren durağında başına düşen kar veya eldivenin tekini düşürdüğünü hiç fark etmeden tüm günü tek eldivenle geçirmesi gibi “sıradan” ve her birimizin başından geçebilecek şeyler yaşanıyor filmde.

Küçük Takara’nın bir günü üzerinden bir “yalnız kahraman” hikâyesi anlatıyor film. Evden çıktıktan sonra finalde arabasının arka koltuğunda uyuyakaldığı adamın kendisini kucağına almasına kadar hiç kimse ile doğrudan bir ilişkisi olmuyor oğlanın. Tüm eylemlerini kendi planlıyor, gerçekleştiriyor (veya gerçekleştiremiyor, kar temizleyen adamın kendisine bakması yüzünden çişini yapamamasında olduğu gibi) Bu bağlamda sinemanın en özgür karakterlerinden biri Takara ve on yedinci dakikaya kadar tek bir insan sesi duymadığımız (o zaman da duyduğumuz, okula koşan çocukların neşeli gürültüleri sadece) filmin hikâyesi boyunca küçük bir bedendeki özgür ruhlu bir yetişkin gibi hareket ediyor. Bir “büyümüş de küçülmüş” zorlaması yok ama burada; bir trafik aynasını kartopu yağmuruna tutmasının da bir örneği olduğu gibi hep bir çocuk olarak davranıyor ama tek başına trene binmenin tersi yönde bir örneği olduğu şekilde kendi kendisini de idare etmeyi başarıyor hep o ufacık bedeni ile.

Yönetmenlerin en önemli başarıları seyrettiğimizin gerçek olduğuna bizi ikna edebilmeleri ve bunu en ufak bir tereddüt yaratmadan başarmış olmaları. Çocuğun trafik aynasına kartoplarını fırlatırken poposunun üzerine düşmesi örneğin, kesinlikle yazılmış/planlanmış bir olay olarak görünmüyor. Sadece Takara’nın değil, diğer karakterlerin de birbirleri ile doğrudan bir temasları yok gibi hikâye boyunca. Anne ve kız birlikte televizyon seyrediyorlar ama hiç konuşmadan veya çocuğu arabasının arka koltuğunda bulan adam birisi ile telefonda konuşuyor ama ne söylendiğini duyamayacağımız bir mesafeden görüntülüyor kamera bu ânı. Bir parça hüzün katmış bu tercih seyrettiğimiz filme ve yalnızlık duygusunu da artırmış; ama kesinlikle karamsar bir hikâye değil seyrettiğimiz. Arabanın radyosundan çalarken de dinlediğimizin, Vivaldi’nin Dört Mevsim’indeki diğer bölümler değil de, özellikle “İlkbahar” olması; uyuyan bir başın okşanması; evin huzur vaat eden rutini ve çocuğun hoş maceraları kesinlikle tek bir şeye işaret ediyor: Hayatın yaşamaya değer ve her ânın da bir macera olduğuna.

Filmi kronolojik sırada çekmiş yönetmenler ve Takara Kogawa’nın kameranın varlığını hiç fark ettirmeyen performansından çok önemli destek almışlar. Hikâyenin başından sonuna kadar elinde veya çantasında taşıdığı resmi de kendisi çizmiş çocuk ve ne çizeceğine de yine o karar vermiş; iki köpekle olan sahne de başta planlanmayan ve çocuğun kendisinin doğaçlama yarattığı (daha doğrusu çekimler sırasında kendi kendisini oyalaması sırasında ortaya çıkan) anlara örnek olarak filmin “gerçek”lik düzeyini yükseltiyor. Popüler sinemanın bizi alıştırdığı türden hiçbir şeyin olmadığı ama belki tam da bunun gizlediği bir şekilde, aslında çok şeyin olduğu film sinemanın olabildiğince saf bir öze dönüş yapabildiği (daha doğrusu, yapmayı seçtiği) çalışmalardan biri. Diyalogsuzluk nedeni ile önemi daha da artan ses çalışmasının doğal ortam sesleri ile yönetmenlerin amacına çok iyi hizmet ettiği filmde çocuğun dünyaya bakışının (fiziksel ve ruhsal olarak) esas alınması da iyi bir seçim olmuş.

(“Takara – La Nuit où J’ai Nagé” – “The Night I Swam”)

(Visited 65 times, 3 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir