“Yalan söylüyorlar. Bu insanlar patolojik birer yalancı. Altı aylık kirayı peşin aldılar ve şimdi de hiç ödeme yapmadığımı söylüyorlar. Beni evden çıkardılar, iftira attılar, bütün saygınlığımı yok ettiler. Fiziksel olarak saldırdılar bana. Ölümle tehdit ettiler. Ve şimdi de bu… Bu insanlar birer asalak”
Satın aldıkları pahalı bir evin kredisini ödeyebilmek için evlerine kiracı alan genç bir çiftin başına gelenlerin hikâyesi.
“Korkunç kiracı”nın neden olduğu gerilimi anlatan türden bir Amerikan filmi. Daniel Pyne’ın evinden bir türlü çıkaramadğı bir kiracısından esinlenerek yazdığı orijinal senaryoyu John Schlesinger yönetmiş. Şeytansı bir kötülüğe ve zekâya sahip olan kiracının neden olduğu olaylar ana hatları ile tahmin edilebilir şekilde ilerlese de onun yaptıklarının filme bir çekicilik veya daha doğru bir ifade ile ilginçlik kattığını söylemek mümkün. Schlesinger’ın yönetmenliği de senaryonun Hollywoodvari ticarî havasına uygun ama pek de bir yenilik içermiyor. Kötüyü alt edenin erkek değil de kadın olmasını artıları arasına ekleyebileceğimiz film, benzeri tüm filmler gibi sık sık bir inandırıcılık problemi yaşıyor ama yine benzerleri gibi bunu ne kendisi dert ediyor ne de türün meraklıları dert edecektir. Genç sevgilileri oynayan Melanie Griffith ve Matthew Modine’nin idare eden ama onun da ötesine geçemeyen performanslarının yanında, kiracıyı oynayan Michael Keaton başarılı oyunculuğu ile öne çıkıyor ve senaryonun kimi problemlerinin aşılmasına da yardımcı oluyor. Parlak bir gerilim örneği olduğu söylenemeyecek, ille de gerilim diyenlerin keyif alacağı kimi anları olan ve sıradanlığı nadiren aşabilen bir çalışma.
Hans Zimmer’in güçlü ve kullanım şekli ile her sahneye bizi hazırlayan (olumlu bir durum değil bu ama Hollywood gerçeği sonuçta) müziğinin süslediği hikâye merak uyandıran bir sahne ile başlıyor ve bu sahnede filmin “kötü”sünü tanıyoruz. Sonra hikâyenin “iyi”leri, genç ve güzel bir çift geliyor karşımıza. Güçlerinin aslında yetmediği ve 1800’lü yıllarda inşa edilmiş bir evi alıp epey bir masrafla elden geçiriyorlar ve sonra da ödemeleri karşılayabilmek için iki odalarını farklı kiracılara kiraya veriyorlar. Kiracılardan biri Koreli yaşlı ve sevimli bir çift, diğeri ise tehlikeli planların peşinde olan kötü adamımız. Senaryonun “azınlık”lara yönelik, adını hiç koymadığı ve açıkçası bir yere de bağlamanın pek mümkün olmadığı imaları var. Koreli çiftin yanısıra, evi daha önce gördüğü ve talip olduğu halde bir yanlışlık sonucu kiracı olamayan adamın “siyah” olması ve evi bunun için kiralayamadığını ima etmesi ve komşu evde asılı olan LGBT bayrağı bize 90 başları Amerikası (cumhuriyetçi Reagan’ın yerini bir başka cumhuriyetçi olan Bush’a bıraktığı dönemde çekilmiş film) için bir şey söylemeye çalışıyorsa da bunun anlaşıldığını söylemek pek mümkün değil açıkçası. Çiftimizin evli olmaması ve üstelik bir süre sonra evlilik dışı bir hamileliğin ortaya çıkması da eklenebilir bunlara ama bu da özgürlükçü bir havayı vurgulamak için mi anlaşılmıyor kesinlikle. Buna karşılık senaryonun feminen bir gücü desteklediği ve bunu ima ettiği çok açık. Hikâyenin başında yeni kiracıyı kadın kuşku ile karşılarken, erkek arkadaşı tam bir saflık içinde teslim ediyor evi adama. Kötü ile mücadelede ise kadının zekâsı ve oyunu, erkeğin fiziksel gücünün önüne geçiyor ve asıl faktör oluyor kiracıya karşı verdikleri savaşta. Gerçi kritik bir sahnede erkeğin tüm sakat haline rağmen fiziksel bir müdahalesi belirleyici oluyor ama bunu göz ardı edebiliriz senaryonun feminen haline halel getirmemek için.
Tippi Hedren’in tuzağa düşürülen zengin dul rolünde kısa bir sahnede rol aldığı filmde Modine karakterinin iyimserliği ve saflığına uygun bir sevimlilik ile oynuyor rolünü ama ne o ne de uyuşturucu etkisi altındaki bir karakter gibi oynayan ve konuşan Melanie Griffith öne çıkmıyorlar pek. Hikâyeyi, senaryo yeterince sahne yaratamamış olsa da kendisine, sürükleyen isim Michael Keaton oluyor. Kadının zekâ dolu ve üzerinde yıllarca çalışılmış gibi dursa da anında yarattığı oyunları veya kötü adamın ev sahibini öldürmeden bırakması gibi inandırıcılıktan yoksun öğeler hikâye boyunca karşımıza gelirken gerilim/korku filmlerinin kimi klişelerinden de yararlanmayı unutmuyor filmimiz: Tedirginlik içinde merdivenlerinden inilen kiler, karanlıkta duyulan bir ses ve sonra ortaya çıkan bir kedi vs.
1980 ve 90’ların yuppie kültürünü ve o kültürün üyelerinin “mülkiyet” tutkularını karşımıza getiren film, mülkiyet sahipliğinin tehlikeye girmesi ile doğan gerilim üzerinden Amerikalıların belki de en büyük kâbusunu anlatıyor bize. Mülkiyet kavramını tartışmaya açmayan, aksine bunun olmazsa olmazlığını vurgulayan hikâye bu bağlamda tipik bir kapitalizm övgüsü de yapıyor ama filmin bunu bilinçli olarak yapacak kadar ciddi bir havası veya iddiası yok. Sonuçta, kirasını ödemeyen bir adamın yarattığı dehşeti anlatan ve sıkı ve yavaş yavaş inşa edilen bir gerilim yerine şok etkisi yaratmanın peşinde koşan bir film var ortada. Bundan hoşlanıyorsanız, görmekte bir zarar yok kuşkusuz.
(“Pasifik Tepeleri”)