The Day of the Locust – John Schlesinger (1975)

“Seni üzmeme izin verme. Çok iyi ve akıllı birisin; ama ben sadece zengin bir erkeğin beni sevmesine izin verebilirim. Sadece aşırı yakışıklı birini sevebilirim. Lütfen anlamaya çalış, ben böyleyim. Üzgünüm”

1930’lu yıllarda ünlü olmaya çalışan bir kadın figüran ve bir sanat yönetmeninin çakışan yaşamları üzerinden anlatılan bir “Hollywood’un gerçek yüzü” hikâyesi.

1975 yılında gösterime girdiğinde seyirciden pek ilgi görmeyen bu film Nathanael West’in 1939 tarihli ve aynı isimli romanından uyarlanmış. Senaryosunu Waldo Salt’ın yazdığı filmin yönetmeni İngiliz John Schlesinger. Görüntü ve Yardımcı Erkek Oyuncu dallarında Oscar’a aday olan film seyirci ilgisizliğinin yanında eleştirmenlerden de yeterince ilgi görmemiş zamanında. “Korku filmi olmayan bir korku filmi” olarak tanımlanan film finaldeki görkemli kaosuna kadar, Hollywood’da başarılı olmaya çalışanların hikâyesi havasında ilerliyor daha çok ve ünü ve ünlü olmayı satan Hollywood’un çekici tuzağına kapılanların öyküsü gibi görünüyor. Buna karşılık, film seyirciyi yavaş yavaş finaline doğru ustaca hazırlıyor aslında; ama defalarca görülmüş bir “yıldız olmaya çalışan kadının trajedisi” hikâyesinin uzun süre öne çıkması filmin gücünü azaltıyor. Conrad Hall’un çarpıcı görüntü çalışmasının önemli bir avantaj sağladığı film kesinlikle daha yakın bir ilgiyi ve gösterilenin arkasındakileri görmeyi hak eden ve finalinin de kanıtladığı gibi çok farklı bir çalışma. Hollywood’un ve geniş kitleleri “oyalayarak” varlığını sürdüren ve yükselen tüm diğerlerinin sert bir eleştirisi bu ve dikkatli bir bakışla ele alınması gerekiyor.

Hikâye İkinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde geçiyor. Sinemanın halkın hayatına bir çılgınlık derecesinde hâkim olduğu, yıldızların ulaşılamaz bir kutsallığa büründüğü bir dönemdeyiz. Filmlerin galalarının çılgınlık derecesine varan düzeyde ilgi gördüğü bu dönemde Faye (Karen Black) figüranlıktan öteye gidemeyen, bir zamanlar tiyatro oyuncusu olup şimdi gezgin satıcılık yapan alkolik babası ile birlikte yaşayan bir genç kadın; Tod (William Atherton) ise filmlerin sanat yönetmenliğinde çalışan genç ve yetenekli bir erkek. Tod’un Faye’in yaşadığı “bungalow court”a (aynı avluya bakan bungalovların bir arada olduğu yerlere verilen ad bu ve 1930’lu yıllarda oldukça yaygınmış ABD’de) taşınması ile tanışıyorlar. Kadının sadece güvenilir bir arkadaş olarak görmeyi tercih ettiği genç adam Faye’e âşık olur ve hikâye her ikisinin yaşadıkları üzerinden 1930’ların Hollywood’unun eleştirisine dönüşür.

Daha açılış sahnesinden başlayarak görüntü yönetmeni Conrad Hall’un Oscar’a aday olan çalışması kendisini gösteriyor: Emlakçının gezdirdiği dairesine bakan Tod’un gözü avludaki bahçeye takılır. Bir kadın fıskiyenin yanında yere oturmuş, ayak parmaklarını boyamaktadır. Bu sahnede olduğu gibi, güneşin parlaklığını ve nesneler üzerindeki yansımasını kullanan Hall hikâye boyunca farklı filtreler aracılığı ile adeta Hollywood’un parıltılı dünyasını hatırlatıyor seyirciye. Yeşilçam’ın şarkıcılı filmlerinde kabaca kullanılan bu parıltılı hava orada o dünyanın şıklığını vurgulamak için tercih edilirken, burada Hall o parıltının sahteliğini ve yapaylığını anlatmak için başvuruyor bu seçime. Bir yakın plan yüz çekiminde Karen Black’in göz bebeklerindeki parıltıyı görebiliyorsunuz örneğin; ama bu çekim bazen oldukça trajik bir sahnede de çıkıyor karşımıza. Böylece Schlesinger ve Hall’un bu görsel tercihi karşımızdaki dünyanın seyirci (tüketici) için özellikle parlatılmış bir sahtelikten ibaret olduğunu çekici bir şekilde belirtmiş oluyor. Bu sahtelik kendisini, Tod’un çekimlerinde görev aldığı filmlerin görkemli setlerinde de gösteriyor: Waterloo Savaşı’nı anlatan bir film için iskeleler üzerinde oluşturulan çayırlık örneğin, çekimler sırasında yaşanan trajik olayın da güçlü katkısı ile sinemanın “yalan dünya”sının tipik bir sembolü oluyor. Kendisi de oldukça etkileyici olan set, Hollywood’un gerçeği kendine göre yeniden yaratması ve tanımlamasının çarpıcı bir örneği.

Hikâyedeki romantizm, daha doğrusu ilişkiler iki farklı örnekle çıkıyor karşımıza: Homer (Donald Sutherland) adındaki tuhaf bir karakter ile Faye arasındaki ve Faye ile Tod arasındaki. İlki filmin ruhuna ne kadar uygunsa ve hikâyeyi besliyorsa, ikincisi o derece aksıyor ne yazık ki. Bir entelektüel olan Tod’un Faye’e karşı hissettikleri inandırıcı değil ve daha ilk sahnelerinde “Isn’t It Romantic” şarkısı eşliğindeki araba gezisi oldukça zorlama görünüyor. Bu bağlamda hikâyenin Tod karakterini konumlandırması da bir parça sorunlu. İçine girdiği dünyanın kötülüğünü ve pisliğini pek çok örneği ile görüyor genç adam ve zaman zaman eleştiriyor da açıkça bunu ama hevesli bir parçası olmaya da devam ediyor o dünyanın. Bunu o karakteri eleştirmek için kullandığını hissettirmiyor film, eğer amacı gerçekten bu ise. Bunun yerine karakteri sadece bizi o dünyanın içinde gezdirmek için kullanıyor gibi görünüyor. Yıldız olma heveslisi genç kadınların kendilerini fuhuş dünyasının parçası olarak bulabildikleri, toplu olarak porno film seyretmek için partilerin düzenlendiği, sette meydana gelen kazanın sorumluluklarının üzerinin örtüldüğü ve yıldız oyuncular aracılığı ile kitleleri uyutan bu dünyanın içinde Tod’un konumunun adını nedense bir türlü tam koymuyor film. Örneğin etik ve ahlâk anlayışı genç adamın içeriğinin ne olduğunu bildiği partilere gitmesine engel olmazken, bir yandan set kazası ile ilgili cüretkâr bir çıkışta da bulunabiliyor.

Hikâyenin bazı unsurlarının varlığı da tartışmalı: Örneğin gerçek bir karakterden esinlenen ve hastaları, sakatları ve yaşlıları dua ile mucizevî bir biçimde iyileştiren vaiz karakteri çekici ve eğlenceli anların karşımıza gelmesini sağlıyor ama tüm öykü içinde nereye oturtabileceğimizi bulmak zor. Homer’ın karakterini açıklayıcı özelliği ile ilginç ve Faye’in babasının “son performans”ı olarak sembolik değeri yüksek olan bu kilise sahnesini belki de Hollywood’un sahteliğinin bir başka alandaki karşılığı olarak görmek ve değerlendirmek gerekiyor. Aslında bu ve Homer karakteri gibi benzeri tartışmalı yanları genel olarak sinema dili için de geçerli filmin. Schlesinger Amerikan sineması ile Avrupa sineması arasında gidip gelmiş görünüyor filmde; bu durumu ille de olumsuz bir puan olarak görmemek gerekiyor; çünkü yönetmen bu şekilde iki sinemanın da çekici yanlarını katabilmiş filmine. Günümüzde anaakım bir sinema filminde asla müsaade edilmeyecek horoz dövüşü sahneleri ise yanlış ve rahatsız edici bir seçim.

Bir çocuğun (annesinin filmlerde oynatmaya çalıştığı bu çocuğun epey sinir bozucu olduğunu söylemek gerekiyor!) Homer’i rahatsız etmesi ile başlayan ve “The Buccaneer” (Kara Korsan – Cecil B. DeMille, 1938) filminin galasının görkemli kaosunun bir kıyamete dönüştüğü final sahnesi ile, başından beri yavaş yavaş hissettirdiği korku türüne sert bir geçiş yapan filmin bu bölümü ustalıkla çekilmiş sahnelerle dolu. Başarılamasa kolayca absürtlüğe kayabilecek bu final filme çok etkileyici ve parlak bir kapanış sağlıyor ve Schlesinger’ın takdiri hak etmesinin temel nedenlerinden de biri oluyor. Dönemin şarkılarından oluşan sağlam bir soundtrack’i olan ve John Barry imzalı orijinal müziğinin de hikâyeye uygunluğu ile dikkati çeken filmde Lübnan asıllı Amerikalı müzisyen Paul Jabbara’nın “Hot Voodoo” şarkısını seslendirdiği sahne de çok başarılı. Josef Von Sternberg’in 1932 tarihli “Blonde Venus” (Sarışın Venüs) filmi için yazılan ve orada Marlene Dietrich’in seslendirdiği şarkıda 44 yaşındayken AIDS’ten hayatını kaybeden Jabbara güçlü bir performans sunarken, karakteri ile de Schlesinger’ın anlattığı Hollywood tekinsizliğini destekliyor. Filmin oyunculuk açısından en başarılı ismi Oscar’a aday olan Burgess Meredith kuşkusuz. Alkolik, kalbi tekleyen ve oyunculuk hayalleri geride kalmış adam rolünde vurgulu, eğlenceli ve gücünü hep gösteren bir oyunculuk sunuyor Meredith. Başta Karen Black ve zor bir roldeki Donald Sutherland (Homer karakterini absürtlüğüne rağmen gerçek kılabilmek kolay bir iş olmasa gerek) olmak üzere diğer oyuncuların da üzerlerine düşeni yaptığı film Hollywood’un ve onun temsilcilerinden biri olduğu “Amerikan Rüyası”nın gerçek yüzünü karşımıza getirmesi ve bu rüyayı gerçekleştiren birkaç kişinin yanında binlercesinin öğütülüp bir kenara atıldığını göstermesi ile de önem taşıyor. Kusurları var, evet; ama yine de epikten korkuya romantizmden gizeme farklı duraklara uğrayan film harcanan bu küçük insanların (filmin adındaki ifade ile “çekirgeler”in) bir gün “isyan” edebileceğini göstererek çok önemli bir iş başarıyor. Filmin hiçbir karakterini (Faye ve Tod da dahil olmak üzere) seyirci için çekici kılmayarak önemli bir risk aldığını ama hikâyenin ele aldığı mesele düşündüldüğünde bunun doğru bir seçim olduğunu da ekleyelim son bir not olarak.

(“Çekirgenin Günü”)

Billy Liar – John Schlesinger (1963)

“Bugün büyük kararların günü. Bir roman yazmaya başlayacağım, her gün 2.000 kelime; sabah erken kalkarak başlayacağım. Başlangıç olarak şu uzayan tırnaklarımı keseyim; evet, bugün büyük kararların günü”

Tembel ve sorumsuz bir genç adamın kendi yarattığı fantezi dünyasında yaşamasının ve olgunluktan uzak kararlar almasının hikâyesi.

John Schlesinger’ın kariyerinin başındaki parlak İngiltere döneminin örneklerinden biri olan çalışma, “A Kind of Loving”ten hemen sonra çektiği ve yine sinemanın klasikleri arasına giren bir yapıt. İngiliz yazar Keith Waterhouse 1959 tarihli ve aynı isimli romanını 1960 yılında Willis Hall ile birlikte tiyatroya uyarlamış, ardından da yine onunla birlikte bu filmin senaryosunu yazmıştı. Waterhouse’un James Thurber’ın “The Secret Life of Walter Mitty” adlı kısa hikâyesinden esinlenerek yazdığı romandan yola çıkan bu film İngiliz Yeni Dalga’sının da en önemli örneklerinden biri olmasının yanında Tom Courtenay’in etkileyici performansı ve sonradan sinemanın önemli yıldızlarından biri olan Julie Christe’nin kariyerini gerçek anlamda parlatması ile de ilgiyi hak eden bir çalışma. Bugün belki biraz eski görünen ve Venedik’te Altın Aslan için yarışan film, Yeni Dalga’nın kendiliğindenlik ve belgesele yakın bir gerçekçilik (gerçek mekânların kullanımı da dahil olmak üzere) gibi karakteristik özelliklerini de taşıyan önemli bir çalışma.

Annesi, babası ve büyükannesi ile birlikte yaşayan ve bir cenaze levazımatçısında çalışan genç bir adamın, Billy Fisher’ın hikâyesini anlatıyor film. Sürekli kaytardığı işine her zaman geç kalan Billy (annesi onu “Bir gün işe o kadar geç gideceksin ki işten dönen kendinle karşılaşacaksın” sözleri ile eleştiriyor) aralıksız yalan söyleyebilen, aynı anda birkaç kızla çıkmaktan ve onlarla nişanlanmaktan çekinmeyen ve kendisini zengin hayal gücü ile içinde bulunduğu andan çok farklı yerlere taşıyabilen bir kişiliğe sahip ve ailesinin beklediği olgunluktan çok uzak bir birey. Çalıştığı işyerinin postalaması için verdiği reklam takvimlerini evindeki dolaba saklayıp paraya el koyan, annesinin postalaması için verdiği mektubu göndermeyen ve tek nişan yüzüğü ile iki kadını birden idare eden bu genç adam yazar veya senarist olma hayali kuruyor sürekli olarak ve içine düştüğü tatsız anlardan kurtuluşu da hayal gücü ile yarattığı sahte dünyalar ile buluyor. Özetle tam bir baş belası bu genç adam ve babası ile büyükannesinin azarları ve annesinin sitemleri arasında sürdürdüğü yaşamının tatsızlıklarını Ambrosia adını taktığı hayalî bir ülkede atlatmaktadır. Bu ülkede kendisini savaş kahramanı, devlet başkanı veya gazi bir asker gibi farklı kimliklerde hayal eden bu genç adam bir bakıma yönetmenin bir önceki filmi “A Kind of Loving”teki baş karakteri Vic’in tembel bir versiyonu. Schlesinger’ın her iki filmi de baş karakterlerinin yataktan uyanması ile açmasının da -belki de- bir göstergesi olduğu bu benzerlik genç adamlarının her iki filmde de bir çıkışsızlık karşısında olmaları ile de destekleniyor. Vic hatasının bedelini ödemeye boyun eğerken, Billy tüm sorumluluklardan özenle kaçınıyor. Her iki filmin hikâyesinin de İngiltere’nin kuzey bölgelerinde geçmesini de aralarına eklememiz gereken bu ortak özelliklere karşın önceki film dramatik bir anlatımı benimserken, bu film komediyi öne çıkarıyor.

Schlesinger filmini radyoda yayınlanan bir sabah programı ile açıyor. Dinleyicilerin şarkı isteğinde bulunduğu bu programın anonslarının eşlik ettiği kamera kasabanın evlerini tarıyor bu ilk sahnede ve eğlenceli bir giriş sağlıyor hikâyeye. Buradaki mizah havasını hemen hep koruyor film ama bu mizah bir kahkaha attırmayı hedeflemekten çok kahramanının oyunlarının yarattığı durum üzerine kuruyır varlığını. Tuvalette takvimleri yok etme çabası veya bir dans gecesinde iki nişanlının karşılaşması gibi anlarda hep onun neden olduğu ve kendisini de bir parçası yaptığı zor durumların tanığı oluyor ve eğleniyoruz. Yüzeydeki görünümünün aksine Schlesinger burada sadece bir anti-kahramanın hikâyesini anlatmıyor; tıpkı “A Kind of Loving”in Vic’i gibi “Yalancı Billy”i de 1960’lı yılların başlarındaki genç bireylerin sembolü olarak görmek mümkün ve gerekli. Dönemin gençlerinin yerleşik değerleri ve kendilerinden önceki nesilleri eleştirmesini de doğrudan öne çıkarmasa da konusu yapıyor film özellikle de Billy ve bir arkadaşının bir belediye meclis üyesi ile dalga geçmeleri üzerinden. 1968’e doğru ilerleyen dünyada o günlerin -cinsel alandaki de dahil olmak üzere- özgürlük arayışı da yer alıyor hikâyede. Billy’nin ailesinin rutin hayatına çocuksu karşı çıkışına ek olarak, Julie Christe’nin “özgür kız”ını ve genç erkeklerin cinselliğin peşinde koşmalarını da bu bağlamda değerlendirebiliriz. Christe’nin kısa rolünde gerçekten çarpıcı bir başarı ile oynadığı ve öne çıktığı genç kız Billy’nin aksine ne istediğini bilen ve bunu elde etmek için gerekli cesarete de sahip bir insan ve adeta ideal bir sembolü dönemin gençlerinin.

Filmin önemli yanlarından biri bir fantezi dünyası içinde yaşayan (ama aslında bu dünyanın fantezi olduğunun da farkında olan) genç adamın hikâyesini gerçekçiliği hiç yitirmeden anlatması ve onun sırtından vurduğunu hayal ettiği bir adamın bu hayalin farkında olmadığı halde sırtını ovalaması gibi gerçek ile gerçeküstünün bir arada olduğu anlarda bile bu havasını korumayı başarması. Bu sahnenin bir benzerini de Billy’nin kendisini siyah bir asker olarak hayal ettiği ve kameraya göz kırptığı anda görüyoruz. Bir diğer önemli nokta ise Tom Courtenay’ın performansı: Patronu ile uzun konuşma sahnesinin tümünün en çarpıcı örneklerinden biri olduğu şekilde tam anlamı ile döktürüyor oyuncu ve bir anti-kahramanı sevimli ve çekici kılmayı başarıyor. Daha önce tiyatroda da canlandırdığı karakterinin finaldeki tereddüt ânını (bu sahne filmin en güzel bölümlerinden biri ve Schlesinger’ın buradaki yönetmenlik çalışması onun sinema yeteneğinin de en güzel örneklerinden biri) çarpıcı kılan en önemli unsur da onun performansı. Richard Rodney Bennett’ın 1960’ların havasına uygun caz esintili müziğinin eşlik ettiği bu özgür havalı filmde özgürlük isteyen ama bunun için oyunlar çevirmek ve yalanlar söylemekten başka bir çabası olmayan karakterde Courtenay’ın başarısı tek başına bile filmi görmek için yeterli bir neden oluşturuyor. Öyle ki bu adamı kadınlar için -özellikle de Julie Christe’nin karakteri için- cazip kılanın ne olduğunu anlatmakta yetersiz kalan senaryonun bu kusurunu da o örtüyor.

Schlesinger, hayatını değiştirmek için çabalayan ama bunun için gerekli cesareti de olmayan karakterini özenle anlattığı hikâyesinde onun değişememesinin karşısına çevresindeki dönüşümü yerleştirmiş. Koca balyozların yıktığı binaları ve yeni inşaatları hikâye boyunca karşımıza getiren yönetmenin bu filmi hayal sahnelerinin tekrarı gibi kusurları olsa da ilgiyi hak eden, eğlenceli bir çalışma eski havasına rağmen. 1973 ile 1974 arasında İngiltere’de bir televizyon dizisinde de hikâyesi anlatılan Billy sinemanın ilginç karakterlerinden biri ve Denys N. Coop’un kamerasının başarılı siyah-beyaz görüntülerinin bize aktardığı hikâyesi de benzer bir ilginçliğe sahip kesinlikle.

A Kind of Loving – John Schlesinger (1962)

“Artık onunla çıkmıyorum… ama bu gece, çıksaymışım demeye başlıyorum. Çok güzel görünüyor. Biliyor musun, ne tuhaf; bazen gerçekten ondan hoşlanıyorum ama ertesi gün onu görmeye bile zor katlanıyorum”

Rutin hayatından sıkılan genç bir erkek, tanıştığı bir kadın ve istenmeyen bir hamileliğinin sonuçlarının hikâyesi.

İngiliz yazar Stan Barstow’un ayn adlı romanından uyarlanan senaryosunu Willis Hall ve Keith Waterhouse’un yazdığı, yönetmenliğini John Schlesinger’ın üstlendiği bir Birleşik Krallık yapımı. 1950 sonları ile 1960 başları arasında İngiliz sinemasına damgasını vuran “Yeni Dalga” akımının örneklerinden biri olan film John Schlesinger’ın ABD’ye yerleşmeden önce ülkesinde çektiği ve bugün tümü klasikler arasına giren çalışmalarından biri. Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı ödülünü kazanan film kendi ülkesinde ancak bundan sonra seyirciden ilgi görmüştü. Başroldeki usta oyuncu Alan Bates’in kariyerinin başlarında yer aldığı filmde ona eşlik eden isim ilk kez bir sinema filminde rol alan ve birkaç sinema filmden sonra kariyeri televizyon dizileri ile devam eden June Ritchie olmuş. İngiliz sinemasının alamet-i farikası olarak yardımcı oyuncuların tümünün oldukça sağlam oyunculuklarla onlara eşlik ettiği filmde iki oyuncu da rollerinin hakkını kesinlikle veriyorlar. Sıradan insanların hayatlarına gerçekçi bir göz atan ve detaylardaki titizliği ile dikkat çeken film, iddiasız görünümü altında çekici ve güçlü bir hikâye anlatıyor. Başarısını sadeliği, dürüstlüğü ve gerçekçiliğinden alan önemli bir klasik film bu.

Bir düğün sahnesi ile açılan film bu düğünde kız kardeşi evlenen genç bir adamın istenmeyen bir hamileliğin sonucu olarak bir evliliğe sürüklenmesini anlatıyor. Kürtajın yasal olmadığı, erkeklerin eczanelerde satılan prezervatifi kadın satıcıdan istemeye utandığı ve seksin kolay ulaşılır olmadığı bir zamanda, hamileliğin evlilikle eş anlamlı olduğu günlerde geçiyor hikâye ve rutin hayatından sıkılan, yurt dışına gitme hayalleri kuran bir genç adamın nden olduğu hamileliğin sonuçları ile yüzleşmesini anlatıyor. Genç erkeklerin birbirlerine -o döneme göre- cüretkâr pozlar veren kadınların olduğu resimleri gösterdiği ve seksi konuşma konularından hiç düşürmediği günlerdeyiz. Bir fabrikada teknik bir işte çalışan genç adam ve aynı fabrikada daktilocu olarak görev yapan bir genç kadın; tanışırlar, birbirlerinden hoşlanırlar ve kadının uzun tereddütlerinden sonra ânın heyecanına kapılarak terbirsizce sevişirler. Bu eylemleri ikisinin de hayatını değiştirecektir hiç planlamadıkları bir şekilde.

Filmin önemli başarılarından biri yalın ve gerçekçi hikâyesini iddiasız bir şekilde anlatmayı tercih etmesi ve buradan güçlü bir sonuç çıkarabilmesi. Başta iki ana karakteri olmak üzere tüm karakterlerini İngiltere’nin o yıllarını (1960 başları) anlatan bir dokümanda karşılacağınız insanların gerçekliğine ulaşan bir şekilde oluşturmuş Willis Hall ve Keith Waterhouse’un senaryosu ve John Schlesinger da bu senaryoya çok uygun bir sade dil üzerine kurmuş yönetmenlik çalışmasını. İşçi sınıfını, aşkı ve cinselliği sosyal boyutları ile ele alması da hikâyenin basit görünümünün arkasındaki gücün ortaya çıkmasını sağlıyor ve İngiliz Yeni Sinema akımının örneklerinden biri olarak film Kuzey İngilere’nin işçi sınıfının “karanlık” hayatlarından portreler getiriyor seyircinin karşısına.

Erkek kızla tanışır, onun peşinde koşar, kız erkekten hoşlanır, erkek onunla yatmak ister, kız çekinir ama sonra olanlar olur; hikâyenin bu kısmı filmin en çekici bölümlerini oluşturuyor. Erkeğin kendisini “iç güveyisi” olarak bulduğu andan itibaren yaşananlar ise odağın zaman zaman bir “kayınvalide – damat” kavgasına kaymasına neden oluyor ki filmin gücünü de biraz azaltıyor açıkçası bu. Aslında erkeğin içine düştüğü durum parasızlığının bir sonucu elbette ama kayınvalide ile kavganın bu ve diğer sosyal olguların zaman zaman zaman önüne geçer gibi olması çok doğru olmamış. Buna rağmen, aşk arayışının ve cinsel dürtülerin mantığın ve aklın önüne geçmesinin trajedisini yarattığı adamın baştaki heyecanını yitirmesi (ilk sevişmeden hemen sonra kadının “Beni seviyor musun?” sorusunu sorduğu sahne içeriği, mizanseni ve oyunculukları ile filmin en çarpıcı anlarından biri) ve bunun sonucu olarak kadını tanıdıkça uzaklaşmaya başlamasını (bir kafedeki buluşmada kadın sürekli televizyon programlarından ve iş yeri dedikodularından söz ederken erkeğin yüzünün aldığı ifadeler örneğin) dürüst bir şekilde anlatmayı başaran film bu sayede bu problemi de unutturuyor kesinlikle ve neden hemen tüm klasiklerin “gerçek” insanların “gerçek” hikâyelerini anlattığını da açıklıyor. Karşınızdaki karakterler ve yaşadıkları her türlü abartıdan uzak ve dürüst; ve siz de bu dürüstlüğün çekiciliğine kapılıyorsunuz farkında olmadan.

Finaldeki “uzlaşma” (filmin adı da buradan geliyor çünkü bu uzlaşma “bir çeşit aşk”ı deneme kararının sonucu) ile seyirciye net bir son vermemeyi tercih eden film bu açıdan da doğru bir iş yapıyor; çünkü sonuç ne olursa olsun bir mutlak mutluluk / mutsuzluk söz konusu değil gerçek hayatta. Yaşamları hatalar, bedeller, mücadeleler ve kabullenmelerle dolu sıradan insanların ikisini anlatıyor görünse de film, aslında onların sosyal sınıfının tümünün hikâyesi söz konusu olan. Bu sınıfın iki bireyinden erkeği öne çıkararak anlatıyor hikâyesini film ve Alan Bates’in performansı ile de seyircinin çoğunlukla onun gözünden görmesini sağlıyor olan biteni. Kız kardeşin baştaki eğlenceli kilise düğününün yerine kendisi soğuk bir belediye evliliğine mahkûm olan adamın kendisinin de muhatabının da çok da gönüllü olmadığını bildiği evlilik teklifi sahnesi, doktora “babalık fikrine alışmak”la ilgili sözleri söylediği an veya eski bir arkadaşla “kafayı dağıtmaya” gittiği bölümün çarpıcı örneklerini oluşturduğu güçlü performansı ile çaresiz kalan karakterine hayat veriyor Bates ve Schlesinger’ın istasyondaki sahnede yakın plana aldığı yüzünün tüm gençliğini, sevimliliğini, şaşkınlığını ve trajedisini elle tutulur kılıyor.

Final iyimser görünebilir bir parça ama tam da gerçekçi bir yaklaşımın sonucu bu tercih ve Schlesinger filmin tümüne yayılan soğuk, nemli, gri ve sisli bir atmosferi kurduğu bu finalde hikâyeye doğru bir kapanış sağlıyor. Görüntü yönetmeni Denys N. Coop’un başarılı siyah-beyaz görüntü çalışması ve sadeliği ile dikkat eden ama doğru seçilmiş birkaç farklı anda farklılaşarak etkileyici olan kamera açıları ile hikâyesini izlediğimiz genç adam, Schlesinger’ın İngiliz işçi sınıfına doğrudan bir bakış atmak için kullandığı önemli bir araç oluyor. Onun ve genç kadının temsilcisi olduğu kuşağın ebeveynlerinden farklılığını 1960’ların yaklaşan değişim döneminin habercisi olarak da görebileceğimiz hikâye bugünün sosyal ve toplumsal değerleri açısından ele alındığında biraz eskimiş durabilir belki ama sosyal normlarla kişisel arzuların uyuşmazlığının ezelî ve ebedî bir tema olduğunu düşünürsek bunun pek de bir önemi yok kesinlikle. Bates’in kendisini mutlu hissettiği anlardaki yüzündeki gülümseme tüm bir görüntüyü aydınlatsa da ve final iyimser gibi görünse de kasvetli havasını hep koruyan önemli bir sinema eseri bu.

Son bir not olarak Stan Barstow’un romanının 1982’de bir televizyon dizisi olarak da çekildiğini ve yazarın kahramanı Vic’in burada başlattığı macerasını boşanmasını ve kasabasını terk ederek Londra’ya gitmesini anlattığı iki ayrı romanda (“The Watchers on the Shore” ve “The Right True End” sürdürdüğünü de belirtelim ve başta kadının annesini oynayan Thora Bird olmak üzere tüm yan kadronun başarısını da tekrar hatırlatalım.

Pacific Heights – John Schlesinger (1990)

pacific-heights“Yalan söylüyorlar. Bu insanlar patolojik birer yalancı. Altı aylık kirayı peşin aldılar ve şimdi de hiç ödeme yapmadığımı söylüyorlar. Beni evden çıkardılar, iftira attılar, bütün saygınlığımı yok ettiler. Fiziksel olarak saldırdılar bana. Ölümle tehdit ettiler. Ve şimdi de bu… Bu insanlar birer asalak”

Satın aldıkları pahalı bir evin kredisini ödeyebilmek için evlerine kiracı alan genç bir çiftin başına gelenlerin hikâyesi.

“Korkunç kiracı”nın neden olduğu gerilimi anlatan türden bir Amerikan filmi. Daniel Pyne’ın evinden bir türlü çıkaramadğı bir kiracısından esinlenerek yazdığı orijinal senaryoyu John Schlesinger yönetmiş. Şeytansı bir kötülüğe ve zekâya sahip olan kiracının neden olduğu olaylar ana hatları ile tahmin edilebilir şekilde ilerlese de onun yaptıklarının filme bir çekicilik veya daha doğru bir ifade ile ilginçlik kattığını söylemek mümkün. Schlesinger’ın yönetmenliği de senaryonun Hollywoodvari ticarî havasına uygun ama pek de bir yenilik içermiyor. Kötüyü alt edenin erkek değil de kadın olmasını artıları arasına ekleyebileceğimiz film, benzeri tüm filmler gibi sık sık bir inandırıcılık problemi yaşıyor ama yine benzerleri gibi bunu ne kendisi dert ediyor ne de türün meraklıları dert edecektir. Genç sevgilileri oynayan Melanie Griffith ve Matthew Modine’nin idare eden ama onun da ötesine geçemeyen performanslarının yanında, kiracıyı oynayan Michael Keaton başarılı oyunculuğu ile öne çıkıyor ve senaryonun kimi problemlerinin aşılmasına da yardımcı oluyor. Parlak bir gerilim örneği olduğu söylenemeyecek, ille de gerilim diyenlerin keyif alacağı kimi anları olan ve sıradanlığı nadiren aşabilen bir çalışma.

Hans Zimmer’in güçlü ve kullanım şekli ile her sahneye bizi hazırlayan (olumlu bir durum değil bu ama Hollywood gerçeği sonuçta) müziğinin süslediği hikâye merak uyandıran bir sahne ile başlıyor ve bu sahnede filmin “kötü”sünü tanıyoruz. Sonra hikâyenin “iyi”leri, genç ve güzel bir çift geliyor karşımıza. Güçlerinin aslında yetmediği ve 1800’lü yıllarda inşa edilmiş bir evi alıp epey bir masrafla elden geçiriyorlar ve sonra da ödemeleri karşılayabilmek için iki odalarını farklı kiracılara kiraya veriyorlar. Kiracılardan biri Koreli yaşlı ve sevimli bir çift, diğeri ise tehlikeli planların peşinde olan kötü adamımız. Senaryonun “azınlık”lara yönelik, adını hiç koymadığı ve açıkçası bir yere de bağlamanın pek mümkün olmadığı imaları var. Koreli çiftin yanısıra, evi daha önce gördüğü ve talip olduğu halde bir yanlışlık sonucu kiracı olamayan adamın “siyah” olması ve evi bunun için kiralayamadığını ima etmesi ve komşu evde asılı olan LGBT bayrağı bize 90 başları Amerikası (cumhuriyetçi Reagan’ın yerini bir başka cumhuriyetçi olan Bush’a bıraktığı dönemde çekilmiş film) için bir şey söylemeye çalışıyorsa da bunun anlaşıldığını söylemek pek mümkün değil açıkçası. Çiftimizin evli olmaması ve üstelik bir süre sonra evlilik dışı bir hamileliğin ortaya çıkması da eklenebilir bunlara ama bu da özgürlükçü bir havayı vurgulamak için mi anlaşılmıyor kesinlikle. Buna karşılık senaryonun feminen bir gücü desteklediği ve bunu ima ettiği çok açık. Hikâyenin başında yeni kiracıyı kadın kuşku ile karşılarken, erkek arkadaşı tam bir saflık içinde teslim ediyor evi adama. Kötü ile mücadelede ise kadının zekâsı ve oyunu, erkeğin fiziksel gücünün önüne geçiyor ve asıl faktör oluyor kiracıya karşı verdikleri savaşta. Gerçi kritik bir sahnede erkeğin tüm sakat haline rağmen fiziksel bir müdahalesi belirleyici oluyor ama bunu göz ardı edebiliriz senaryonun feminen haline halel getirmemek için.

Tippi Hedren’in tuzağa düşürülen zengin dul rolünde kısa bir sahnede rol aldığı filmde Modine karakterinin iyimserliği ve saflığına uygun bir sevimlilik ile oynuyor rolünü ama ne o ne de uyuşturucu etkisi altındaki bir karakter gibi oynayan ve konuşan Melanie Griffith öne çıkmıyorlar pek. Hikâyeyi, senaryo yeterince sahne yaratamamış olsa da kendisine, sürükleyen isim Michael Keaton oluyor. Kadının zekâ dolu ve üzerinde yıllarca çalışılmış gibi dursa da anında yarattığı oyunları veya kötü adamın ev sahibini öldürmeden bırakması gibi inandırıcılıktan yoksun öğeler hikâye boyunca karşımıza gelirken gerilim/korku filmlerinin kimi klişelerinden de yararlanmayı unutmuyor filmimiz: Tedirginlik içinde merdivenlerinden inilen kiler, karanlıkta duyulan bir ses ve sonra ortaya çıkan bir kedi vs.

1980 ve 90’ların yuppie kültürünü ve o kültürün üyelerinin “mülkiyet” tutkularını karşımıza getiren film, mülkiyet sahipliğinin tehlikeye girmesi ile doğan gerilim üzerinden Amerikalıların belki de en büyük kâbusunu anlatıyor bize. Mülkiyet kavramını tartışmaya açmayan, aksine bunun olmazsa olmazlığını vurgulayan hikâye bu bağlamda tipik bir kapitalizm övgüsü de yapıyor ama filmin bunu bilinçli olarak yapacak kadar ciddi bir havası veya iddiası yok. Sonuçta, kirasını ödemeyen bir adamın yarattığı dehşeti anlatan ve sıkı ve yavaş yavaş inşa edilen bir gerilim yerine şok etkisi yaratmanın peşinde koşan bir film var ortada. Bundan hoşlanıyorsanız, görmekte bir zarar yok kuşkusuz.

(“Pasifik Tepeleri”)