“Ben yolda her şeyi kaybettim, bugün bulunduğum yere gelirken”
Bir rock yıldızın son günlerinin hikâyesi.
Karanlık, depresif ve kasvetli havası ile seyri zor ama alttan alta kendini hissettiren ustalığı ile görülmesi gereken bir Gus Van Sant filmi. Kurt Cobain’in hayatından esinlendiğini ama gerçek kişilerle ve olaylarla ilgisi olmadığını belirten standart bir açıklaması olsa da her hali ile onun son günlerini anlatmaya soyunduğu açık olan film van Sant’ın ana akım sinemaya uzak durduğu çalışmalardan biri.
Filmin belki de öncelikle ses bandından söz etmek gerekir. Bu alandaki çalışması ile Cannes festivalinde ödül kazanan film çok az konuşmanın yer aldığı, müziğin genellikle küçük ve çok başarılı çekilmiş doğaçlama havası taşıyan sahnelerde yer aldığı bir çalışma ve filmdeki sessizlikleri işte bu olağanüstü ses tasarımı dolduruyor. Ateşteki odunun çıtırtıları gibi görünen objelerden gelen seslerin yanında, görüntüde yer almayan kilisenin çanlarına, hızla geçen bir arabaya veya bozuk bir çalar saate ait sesler de yer alıyor bu filmde ve sanki ölüme doğru giden bir adamın kendisini etrafından soyutlamasını sembolize ediyorlar. Onun kendini kapattığı dünyaya sadece bu sesler ulaşıyor sanki. Dışarıda günlük rutinini sürdüren bir hayat ve o hayatın artık tamamen dışına kaymış bir insan. Her türlü görsel ve sözlü iletişimden kaçınıyor kahramanımız ve son günlerini çoğunlukla kendi kendine ve yarım kalan cümleler ile konuşarak geçiriyor.
Yarım bıraktığı rehabilitasyondan sonra son günlerini geçirdiği evdeki diğer insanlarla veya telefon rehberine reklam satmak için eve gelen adamla olan diyaloglar çoğunlukla tek taraflı ve birbirini tamamlamayan cümleler ile geçiyor. Satıcı ile olan sahnede bir tarafta bir gerçek dünyanın tüm duygusallıktan sıyrılmış klişe satış cümleleri ile konuşan bir adam, diğer tarafta ise çok başka bir dünyadan gelen cümleler ile konuşan bir adam var ve bu sahne kahramanımızın başka bir boyutta yaşadığını, gerçeklikten koptuğunu ve sahip olduğu her şeyin anlamsız olduğu bir atmosferi çok başarılı bir şekilde aktaran ve nerede ise “yabancılaştırma” havası taşıyan bir bölüm.
Olayları, eğer o bir iki günde olup bitene olay denebilirse, düz bir çizgide değil zaman zaman sıralarını atlanarak veya bir sahnenin bitişini bir önceki sahnenin bitişine bağlayarak aktaran film sonuçta düz bir hikâyeyi değil, bir durumu aktardığı için klasik anlatımın dışına çıkarak doğru bir seçim yapmış oluyor aslında. Bu şekilde seyredenin bir hikâyenin değil, bir gözlemin peşinde olmasını sağlıyor film. Gus Van Sant film boyunca etkileyici birkaç sahneye de imza atmış. Rock yıldızının tek başına müzik yapmaya çalıştığı sahnede, bahçedeki küçük seradan kamera yavaş yavaş uzaklaşıyor ve oldukça uzun süresi ile yıldızımızın görüntüsü küçülürken onun yalnızlığını ve başka bir dünyada yaşadığını daha iyi anlamamızı sağlıyor. Çalan plağa eşlik edilen sahne veya yukarıda bahsettiğim satıcı ile olan sahne de benzer şekilde filmden akılda kalan diğer anları oluşturuyorlar.
Finalde filmin genel tonuna belki biraz aykırı düşen ama oldukça başarılı çekilmiş “ruhun özgürlüğüne kavuşması” anı ve bu anın hemen öncesi ve sonrasını da kapsayan tüm final bölümü filmin en ışıklı, parlak ve kasvetten uzak anlarına sahip ve sanki bir depresif hayatın, bir kıstırılmışlığın bitişini ifade ediyor. Başroldeki Michael Pitt özellikle fiziksel açıdan zorluklar içeren rolün altından başarı ile kalkıyor ve hareketsiz kaldığı, düştüğü veya yerde süründüğü anlarda rolü içselleştirmiş bir görüntü sunuyor. Başlangıcı ile Patti Smith’in “Pissing in a river” şarkısını bana hatırlatan (sadece şarkının adı ile değil, “I’m a slave I’m free” gibi sözleri ile de) film bir rock yıldızının içinde bulunduğu ruh halini anlatırken bu ruh halinin tam karşılığı olan bir atmosfere sahip olan ve bu nedenle seyri bir parça emek isteyen bir çalışma. Gus Van Sant’ın filmi için seçtiği anlatım tarzının herkese göre olmadığı açık ama Michael Pitt’in mırıldanır şekildeki kesik kesik konuşması ve özellikle ses tasarımı gibi tercihler filmi kesinlikle çekici kılıyor.
(“Son Günler”)