Last Days – Gus Van Sant (2005)

“Ben yolda her şeyi kaybettim, bugün bulunduğum yere gelirken”

Bir rock yıldızın son günlerinin hikâyesi.

Karanlık, depresif ve kasvetli havası ile seyri zor ama alttan alta kendini hissettiren ustalığı ile görülmesi gereken bir Gus Van Sant filmi. Kurt Cobain’in hayatından esinlendiğini ama gerçek kişilerle ve olaylarla ilgisi olmadığını belirten standart bir açıklaması olsa da her hali ile onun son günlerini anlatmaya soyunduğu açık olan film van Sant’ın ana akım sinemaya uzak durduğu çalışmalardan biri.

Filmin belki de öncelikle ses bandından söz etmek gerekir. Bu alandaki çalışması ile Cannes festivalinde ödül kazanan film çok az konuşmanın yer aldığı, müziğin genellikle küçük ve çok başarılı çekilmiş doğaçlama havası taşıyan sahnelerde yer aldığı bir çalışma ve filmdeki sessizlikleri işte bu olağanüstü ses tasarımı dolduruyor. Ateşteki odunun çıtırtıları gibi görünen objelerden gelen seslerin yanında, görüntüde yer almayan kilisenin çanlarına, hızla geçen bir arabaya veya bozuk bir çalar saate ait sesler de yer alıyor bu filmde ve sanki ölüme doğru giden bir adamın kendisini etrafından soyutlamasını sembolize ediyorlar. Onun kendini kapattığı dünyaya sadece bu sesler ulaşıyor sanki. Dışarıda günlük rutinini sürdüren bir hayat ve o hayatın artık tamamen dışına kaymış bir insan. Her türlü görsel ve sözlü iletişimden kaçınıyor kahramanımız ve son günlerini çoğunlukla kendi kendine ve yarım kalan cümleler ile konuşarak geçiriyor.

Yarım bıraktığı rehabilitasyondan sonra son günlerini geçirdiği evdeki diğer insanlarla veya telefon rehberine reklam satmak için eve gelen adamla olan diyaloglar çoğunlukla tek taraflı ve birbirini tamamlamayan cümleler ile geçiyor. Satıcı ile olan sahnede bir tarafta bir gerçek dünyanın tüm duygusallıktan sıyrılmış klişe satış cümleleri ile konuşan bir adam, diğer tarafta ise çok başka bir dünyadan gelen cümleler ile konuşan bir adam var ve bu sahne kahramanımızın başka bir boyutta yaşadığını, gerçeklikten koptuğunu ve sahip olduğu her şeyin anlamsız olduğu bir atmosferi çok başarılı bir şekilde aktaran ve nerede ise “yabancılaştırma” havası taşıyan bir bölüm.

Olayları, eğer o bir iki günde olup bitene olay denebilirse, düz bir çizgide değil zaman zaman sıralarını atlanarak veya bir sahnenin bitişini bir önceki sahnenin bitişine bağlayarak aktaran film sonuçta düz bir hikâyeyi değil, bir durumu aktardığı için klasik anlatımın dışına çıkarak doğru bir seçim yapmış oluyor aslında. Bu şekilde seyredenin bir hikâyenin değil, bir gözlemin peşinde olmasını sağlıyor film. Gus Van Sant film boyunca etkileyici birkaç sahneye de imza atmış. Rock yıldızının tek başına müzik yapmaya çalıştığı sahnede, bahçedeki küçük seradan kamera yavaş yavaş uzaklaşıyor ve oldukça uzun süresi ile yıldızımızın görüntüsü küçülürken onun yalnızlığını ve başka bir dünyada yaşadığını daha iyi anlamamızı sağlıyor. Çalan plağa eşlik edilen sahne veya yukarıda bahsettiğim satıcı ile olan sahne de benzer şekilde filmden akılda kalan diğer anları oluşturuyorlar.

Finalde filmin genel tonuna belki biraz aykırı düşen ama oldukça başarılı çekilmiş “ruhun özgürlüğüne kavuşması” anı ve bu anın hemen öncesi ve sonrasını da kapsayan tüm final bölümü filmin en ışıklı, parlak ve kasvetten uzak anlarına sahip ve sanki bir depresif hayatın, bir kıstırılmışlığın bitişini ifade ediyor. Başroldeki Michael Pitt özellikle fiziksel açıdan zorluklar içeren rolün altından başarı ile kalkıyor ve hareketsiz kaldığı, düştüğü veya yerde süründüğü anlarda rolü içselleştirmiş bir görüntü sunuyor. Başlangıcı ile Patti Smith’in “Pissing in a river” şarkısını bana hatırlatan (sadece şarkının adı ile değil, “I’m a slave I’m free” gibi sözleri ile de) film bir rock yıldızının içinde bulunduğu ruh halini anlatırken bu ruh halinin tam karşılığı olan bir atmosfere sahip olan ve bu nedenle seyri bir parça emek isteyen bir çalışma. Gus Van Sant’ın filmi için seçtiği anlatım tarzının herkese göre olmadığı açık ama Michael Pitt’in mırıldanır şekildeki kesik kesik konuşması ve özellikle ses tasarımı gibi tercihler filmi kesinlikle çekici kılıyor.

(“Son Günler”)

Dog Day Afternoon – Sidney Lumet (1975)

“Sonny, çok kötü sinyaller alıyorum”

Sevgilisinin cinsiyet değiştirme operasyonunun parasını verebilmek için bir bankayı soymaya kalkışan bir adamın hikâyesi.

70’lerin Amerikan sinemasından çok parlak bir örnek. Reagan’ın Birleşik Devletleri (ve dünyayı) yönetmeye başladığı 80’li yıllar ile birlikte hızla muhafazakârlaşan bir ülkenin sinemasından liberalizmin hâkim olduğu bir başarılı film.

Bir Al Pacino filmi seyrettiğinizde oynadığı rolde artık bir başkasını hayal edemezsiniz. O rol onunla öyle bütünleşir ki artık o karakter zaten Al Pacino ve tanıdığınız Pacino da zaten o karakterdir. Sanatçının rolünü içselleştirmesinden daha öte bir şey bu; bir içselleştirmenin izi yoktur çünkü zaten Al Pacino odur. Bu filmde de oyuncu dört dörtlük bir oyunculuk gösterisi veriyor. Enerjisinin zirvede olduğu sahnelerde, polislerle konuşmak için banka dışına her çıktığında ve özellikle “Attica” sahnesinde, inanılmaz bir tempo içinde kelimenin tam anlamı ile döktürüyor. Kendisinden talepkâr olan tüm insanlarla (annesi, suç ortağı, rehineler, polis, eşi, sevgilisi) olan diyaloglarında öfkeden yılgınlığa, bunalmaktan tedirginliğe, ağlamaktan gülmeye kadar tüm duyguları ve tepkileri inanılmaz bir doğallık ve yürek parçalayıcı bir tonda sunuyor seyredene. Özetle sadece Pacino’nun şovu bile tek başına filmi seyretmeyi mutlak bir zorunluluk haline getiriyor her sinemasever için. Ortağı Sal rolünde John Cazale sessiz ve dengesiz bir karakteri, sevgilisi Leon rolünde Chris Sarandon ise transseksüelliğe adım atmaya çalışan hassas ve zayıf bir karakteri canlandırırken yine etkileyici performanslar sergiliyorlar. Sinema kariyeri boyunca sadece beş film yapan ama bunların her biri sinema tarihinde iz bırakmış filmlerden olan Cazale, Javier Bardem’den çok önce ilginç saç kesimi ile de bir oyuncunun ilgiyi toplayabileceğini gösteriyor.

Gerçek bir hikâye üzerine yazılan bir makaleden yola çıkan senaryo yetmişli yılların havasına uygun biçimde sosyal ve politik konulara da yer veriyor. Kahramanımızın Attica Hapishanesinde insanca yaşam koşulları için çıkan isyanı anması, o dönem için netameli bir grup olan eşcinsel gruplara “normal” yaklaşımı, serbest bırakılan rehinenin derisinin rengi nedeni ile soygunculardan biri sanılması ve filmin başında arka arkaya bir kontrast yaratacak şekilde görüntüye gelen zengin/yoksul ve çalışan/eğlenen New York’lular filmin bu konudaki duyarlılıklarının birkaç örneği sadece. Belki tümünden de önemli olarak, bankanın etrafında toplananların kahramanımıza verdiği desteği anmalı. Küçük suçlularımız için toplanan yüzlerce polis ve rehin alınan beyaz yakalı banka çalışanlarının günlük hayatlarındaki on dakikalık tuvalet molası gibi ayrıntılar da dikkat çeken başka vurgular.

Dede Allen’ın çok başarılı kurgusunu da ayrıca anmak gerekiyor. Kurgunun bu büyük ustası kameranın Pacino’nun peşinden koştuğu sahneler başta olmak üzere çoğunlukla hareketli bir kameradan gelen görüntüleri büyük bir ustalık ile birleştirirken hiç bir şekilde bir “müdahele” hissettirmiyor; aksine seyirci olarak tüm o dinamizmin içinde olsaydık ne yapacaksak kamera onu yaparken biz de bu başarılı kurgu sayesinde ne göreceksek onu görüyoruz. Sidney Lumet hiç aksamayan bir yönetim ile nerede ise en ufak bir fazlalılık hissettirmeden hikâyeyi tempolu, eğlendirici ve düşündürücü bir şekilde anlatmayı başarıyor.

Pacino’nun canlandırdığı Sonny karakterinin kıstırılmışlık duygusu içinde ama vicdanını, iyiliğini ve sevgisini yitirmeden direnmeye çalışmasını anlatan film heyecanlı, zaman zaman komik ve sosyal boyutu da eksik olmayan atmosferi ile yetmişli yıllar sinemasının en parlak örneklerinden biri. Vietnam savaşını ve onun Amerikalı asker kurbanlarını, halk kahramanlığı ile Kemal Sunal’ı ve Brecht’i akla getiren bir film. Evet Brecht’in dediği gibi : “Banka kurmanın yanında banka soymak nedir ki?”

(“Köpeklerin Günü”)

The MacKintosh Man – John Huston (1973)

“Vatanseverlik bir alçağın son sığınağıdır”

Bir casusluk örgütünü ortaya çıkarmak için kimlik değiştiren bir ajanın hikâyesi.

Yönetmen John Huston’dan orta karar bir Soğuk Savaş dönemi filmi. İngiliz yazar Desmond Bagley’nin bir romanından uyarlanan senaryo pek çok tanıdık öğe getiriyor karşımıza: becerikli bir ajan, vatanseverler, hainler ve birden çok ülkede geçen bir hikâye. Burada da filmimiz Londra-İrlanda-Malta hattını izleyerek anlatıyor olayları.

Ajanın gerçek kimliği ve hedefinin ne olduğu konusunda uzun bir süre seyirciyi merakta tutan ve bu arada da yanıltan senaryo bir yandan gerilimi artırırken bir yandan da seyirciyi bir parça filmin havasından uzaklaştırma riskini taşıyor. Yine de eski usul gerilim/soğuk savaş filmlerinin tipik örneklerinden biri olan bu film “kızıllara” karşı savaşan gizli servis ajanlarının maceralarının bir diğer ve pek de çarpıcı olmayan bir örneğini oluştururken, başarılı takip sahnesi ve aksamayan sakin temposu ile kendini seyrettirebilecek bir anlatıma sahip.

Film müziklerinin tanınmış ismi Maurice Jarre’ın melodileri filmin havasına oldukça uygun bir şekilde gizemli bir havanın yaratılmasını desteklerken oyunculukların genellikle idare eder bir havada olduğunu belirtmekte fayda var. Anlaşılan özellikle malikaneden kaçış sahnesinde olduğu gibi zaman zaman inandırıcılık problemi yaşayan senaryo başta Paul Newman olmak üzere oyuncuları da etkilemiş. 70’lerin tipik kamera zumlarının az da olsa kendini gösterdiği film eski usul bir casusluk romanından bu romanın havasını aynen taşıyan eski usul ve zaman zaman vasata kayan havası ile kalıcılığı olmayan bir çalışma. Yine de gösterdikleri ve hatırlattıkları ile ve günümüz sinemasının gürültüsünden uzak havası ile geçici de olsa ilgiyi hak edebilir; Paul Newman’ı, Batı dünyasının komünizm paranoyasını, becerikli ajanları ve vatanseverlikten en çok bahsedenlerin genellikle hainler olduğu hatırlatan bir film özet olarak. John Huston’ın kendi izini nerede ise hiç göstermediği bir film.

(“Özgürlük Tuzağı”)

Gigi – Vincente Minnelli (1958)

“Meslek: Aşık ve güzel şeylerin koruyucusu. Koleksiyoner değil, daha genç ve güzel şeylerin koruyucusu”

1900 yılında Paris’te kortezan olmak üzere yetiştirilen bir genç kızın müzikal hikâyesi.

Fransız yazar Colette’in kısa bir romanından uyarlanan film bu romanın dram havasını bir müzikal komediye dönüştürerek eseri çok farklı bir yere taşımış. Müzikal de olsa komedi de, bir genç kıza gösterilen hedefin kortezanlık olması tüm o şarkıların içinde gözden kaybolmaması gereken bir durum ve filmi etik açıdan hiç de doğru bir yere oturtmuyor. Genç kızı yönlendiren kadın karakterlerin komikliği ve sevimliliği filmin müzikal havasını sıyırırsanız hiç de komik durmayabilir aslında. Kim bilir, belki de Amerikalılara aşk ülkesi Fransa’da geçen bir hikâye için bu oldukça normal bir durum olarak görünmüştür. Burada rahatsız edici olan aslında hikâyenin kendisi değil, orijinal kaynağından farklı bir sevimlilik havası içinde aktarılması hikâyenin.

Hikâyenin bu tartışmalı yönü bir kenara bırakılırsa, bir Minnelli müzikali elbette ve özellikle görsel yönü açısından muhteşemdir ki bu film de öyle. Estetik Paris görüntüleri eşliğinde, gösterişli yirminci yüzyıl başı kostümleri, Gigi’nin evindeki kırmızı hava ile özellikle dikkat çeken canlı renklerin peş peşe ve yoğun kullanımı ile tüm renklerin bir geçit töreni yaptığı ve bir estetin elinden çıktığını her karesi ile vurgulayan bir film bu. Deniz kenarındaki şarkı sırasında gökyüzünün gittikçe kararan ve kırmızının farklı tonları içinde değişen rengi hem eğlenceli ve keyifli bir şarkı ve sahneye fon oluyor hem de yönetmenin renkler ile oynamasının bir örneğini oluşturuyor. Tüm Minnelli müzikalleri gibi estetiğin hayli ağır bastığı bir film bu özet olarak.

Bir müzikal film için şarkıların sözlerinin şarkıların kendisinden ağır basması çok rastlanır bir durum değil ama burada Alan Jey lerner hem şarkı sözlerinde hem de tüm diyaloglarda oldukça başarılı bir iş çıkarmış ve Minnelli’nin estetiği ile birlikte filme damgasını vurmuş. Şüphesiz filmde başta çok bilinen “Thank Heaven for Little Girls” olmak üzere “She Is Not Thinking of Me” ve “It’s a Bore” gibi başarılı şarkılar ve bu şarkıların seslendirildiği sahneler yer alıyor ama sözlerin başarısı gözden kaçırılmamalı.

Louis Jourdan ve Maurice Chevalier iki yıl sonra çekilen Can-Can filminde olduğu gibi yine bir Amerikan müzikali için kamera karşısına geçmişler ve filmde Jourdan oldukça başarılı bir performans sergilerken Chevalier sadece kendisinden bekleneni yapıyor gibi görünüyor film boyunca. Leslie Caron ise güzelliği, zarafeti ve oyunu ile elbette çok etkileyici. Maxim’e gelenlerin karşılanma sahnesi ve Jourdan’ın “She Is Not Thinking of Me” şarkısını seslendirdiği bölüm gibi müzikalite ve görsellik açısından oldukça başarılı anlara sahip olan film Minnelli’nin elinden çıktığını her hali ile belli ediyor.

Hikâyenin çarpıtılmış olmasının ahlâki boyutunu ve küçük sınıfların aşağılanması gibi önemsiz (!) konular bir kenara bırakılırsa, eğlenceli ve görselliğin zirvede olduğu bir müzikal. Estetik bir film.