Film Ekimi 2010

Güzel Bir Hayat Düşlerken (Cirkus Colombia) – Danis Tanovic : Umut veren bir başlangıçtan sonra süratle vasatlığa kayan bir film. Balkanlar, çatışma, aşk, rejim değişikliği, dönüşüm, arkadaşlık üzerine hem bunların tümünü kapsayan hem de her birini ele alan çok daha iyi filmler var. “No Man’s Land” filminin yönetmeninden bir hayal kırıklığı. Hikâye tahmin edilebilir, oyunculuklar sıradan…

İnsanlar ve Tanrılar (Des Hommes et des Dieux – Of Gods and Men) – Xavier Beauvois : Günümüz (ya da yakın bir geleceğin) Türkiye’si düşünülerek seyredilince ayrıca bir tat verecek “ağırbaşlı” bir film. Karşımıza getirdiği durumun altını çizmeyen, yalınlıktan taviz vermeyen, fanatizmin ve radikalizmin elde tutulabilir/yönetilebilir bir kavram olmadığını gösteren bir sinema eseri. Kuğu Gölü’nün müziği eşliğinde sergilenen ve klasik tablolardan esinlenmişe benzeyen rahip yüzleri sahnesi çok etkileyici. Hristiyanlık terminolojisini ve ideolojisini bir parça bilmekte yarar var. Ölüm sislere karışıp gitmek mi?

Mutluyum, Devam Et (HappyThankYouMorePlease) – Josh Radnor : Amerikan bağımsız sinemasından bir yeni örnek. Mutluluk arayışındaki farklı karakterler ve aralarındaki ilişkiler, büyük şehirde yolunu kaybedenler, kendisi ile dalga geçmek başta olmak üzere hınzır bir mizah, bol konuşma. Keyifli ve sıcak. Yeni bir şey yok ama sinemanın genç Woody Allen’lar tarafından hep dolu tutulması gereken alanından çekici bir örnek.

Hırsız (Der Räuber – The Robber) – Benjamin Heisenberg : Gerçek hayattan alınan konusu ilginç, anlatım profesyonel ama hemen tüm Alman/Avusturya filmleri gibi “soğuk”. Duyguların nerede ise izi yok bu filmde. Belki biraz fazla mekanik ama yine de çekici. Gerilimi, heyecanı dozunda ve oyunculuklar hayli başarılı. Finali hüzünlü ve bazı sahneleri özellikle de “soğuk” anlatımı ile hayli etkileyici.

Ağaç (The Tree) – Julie Bertucelli : Görüntü çalışması ve özellikle küçük oyuncusunun başarısı ile dikkat çeken, bir “kayıp” ile baş etme hikâyesi. Hüznün içindeki mizahı da çekip gösterebilen, metaforu bol, mücadelenin içindeki karakterlerinin umutsuzluktan umuda değişen ruh hallerini başarı ile yansıtan bir film. Amerikan sinemasının ustası olduğu “aile dramı” filmlerinin izinden giden ve kalıcılığı tartışmalı ama etkileyici bir çalışma.

Mezara Kadar (Get Low) – Aaron Schneider : Üst düzey oyunculukları en başarılı yanı. Her birinin ve özellikle Bill Murray’nin performansı kayda değer. Gizemli yanı belki yeterince gizemli değil veya çabucak filmin kendi de unutuyor bunu ama geçmişteki bir acıyı ve bunun sorumluluğunu taşımanın yükünü başarı ile aktaran ve klasik sinema bakışı ile çekilmiş bir film. Festivalden çok vizyona yakışıyor.

Gümmm (Kaboom) – Gregg Araki : Araki her alanda aşırıya gitmiş ve ortaya bir film ne derece kötü olabilir sorusunu sorduran bir film çıkmış. Renk skalasındaki her bir rengin en parlak halleri ile yer aldığı film, saçmalık seviyesinde ama maalesef saçmalığın o gizemli gücünü taşımadan. “O kadar kötü ki güleceksiniz” düzeyinde bile değil.

Aslı Gibidir (Copie Conforme – Certified Copy) – Abbas Kiarostami : Fatih Özgüven’in dediği gibi Kiarostami Avrupa’ya gelince Rohmer olmuş ve bence çok da iyi olmuş. Muhteşem bir Binoche, entelektüel derinlikten karı-koca diyaloglarına uzanan geniş bir içerik aralığındaki diyaloglar, küçük bir mizah, rol oynamalar ve olağanüstü Toskana. Sanat eserlerinin taklitlerinden taklit hayatlara, bir eseri beğenmemizi sağlayan şeylerin ne olduğu üzerine bir dolu soruyu karşımıza getiren o “sanatçı” filmlerinden.

Pescuit Sportiv – Adrian Sitaru (2007)

“Ne istediğini bilmelisin. Kafana göre olta atamazsın”

Arabaları ile çarptıkları bir hayat kadınını yanlarına alarak yollarına devam eden bir çiftin hikâyesi.

Dijital formatta çekilip sonradan 35 mm’ye aktarılan bu film düşük bir bütçe, küçük bir kadro ve kısıtlı mekanlarda çekilen o bağımsız filmlerden. Elbette bu tanıma uygun olarak bol ve doğal diyaloglar, el kamerası ile çekilmiş sahneler ve samimi oyunculuklar da var burada. Bu tür minimal filmlerin seyirciyi (özellikle bu tarza pek sıcak bak(a)mayan seyirciyi) yanında tutabilmesi için karakterlerin gerçek hayattakilere yakınlığı, diyalogların gerçekçiliği, mizah/kara mizah içermesi ve tüm bunların sonucunda da seyirciye yansıyan bir sıcaklığa sahip olması gibi kriterleri tutturması gerekiyor. Filmin başardığı da işte tam bu.

Kamera açı/karşı açı standardında ama farklı bir yönde çalışıyor konuşma sahnelerinde. Kamera (çoğunlukla) dinleyenin gözü yerine geçiyor ve karşıdakine olan uzaklık ona göre ölçülüyor, göz (kamera) ara sıra konuşana değil başka bir yere bakıyor, sonra geri tekrar konuşana dönüyor vs. Benzer şekilde örneğin olta ile balık avlama sahnesinde görüntüde karakterin gördükleri ama kamera onun gözünde olsaydı ne gösterecekse onların tümünü içerecek şekilde yer alıyor; oltanın gözün görme alanındaki kişiye en yakın ucundan başlıyor görüntü. Kısacası sık sık kamera göz oluyor.

Üç ana oyuncusunun da hayli başarılı olduğu film bir çift ve aralarına karışan bir üçüncü kişisi ve hikâyesi ile Polanski’nin “Nóz w wodzie – Sudaki Bıçak” filmini ciddi ölçüde çağrıştırıyor, üçüncü kişinin yüzme bilmediğini iddia etmesi dahil olmak üzere. Onun gibi klasikleşecek bir başyapıt değil kesinlikle ama hayli eğlenceli ve Polanski’nin filminin ciddiyetinin aksine kahramanlarının “sıradan zavallılıklarına” odaklanan bir mizah havasını tercih etmiş yönetmen. Hareketli kamera zaman zaman yorucu olsa da sürekli değişerek karakterlerden birinin gözü olması ile ilginçliğini artıran ve rol yapmanın, farklı görünmeye çalışmanın yoruculuğu ve sahteciliğinin yerine açık oynamayı koyan bu film sonuçta hayli keyifli bir çalışma.

(“Angling” – “Hooked” – “Olta”)

Cabron – Red Hot Chili Peppers (2002)

Stresli ve sıradan bir beyaz yakalı gününden sonra gecenin ortasında eve dönerken TEM boyunca sesin en üst noktasında defalarca dinlenen şarkı. O anda olunan yer her neresi ise oradan en uzak noktayı çağrıştırdığı için, Latin havasının “tüketilmiş bir gün daha” duygusunu unutma çabasına yardımı olduğu için, enerjinin akıtılacağı daha anlamlı alanlar olduğunu hatırlattığı için ve modern padişahlara kullukla geçen bir günü daha hafızadan silmek için…

Mein Führer – Dani Levy (2007)

“Hitler kim mi? Tanıyorum, sarışın ve mavi gözlüleri tercih ederdi”

1945 başlarında ve savaşı kaybetmekte olan Almanya’da Hitler’in yapacağı bir propaganda konuşması için onu hazırlamakla görevlendirilen bir yahudi oyuncunun hikâyesi.

“I was on Mars” ile sevdiğim Dani Levy’den yeterince komik olmayan ve tabu bir konuyu ele almasına ve politik doğruculuktan çoğunlukla uzak durmasına rağmen yeterince vurucu olamayan bir film. Oysa bu tarzı benimsemiş bir filmin en çok aksamaması gereken alan da tam bu nokta; vuruculuk. Tiplemelerin çoğunlukla karikatür düzeyinde kalması ve birkaç sahne dışında güçlü espriler barındırmaması filmin en zayıf yanları olarak görünüyor. Ağır makyajlı bir Hitler ve bilinçli olarak eğreti bırakılmış Hitler tarzı bıyıklar filmin bu karikatür havasını da desteklemiş.

Hitler’i büyükçe bir küre ile gösterek Chaplin’e selam yollayan film yine de sergilediği tüm o “saray entrikaları”, hangi şart altında olursa olsun bürokrasinin kurallarından sapmama şeklinde kendini gösteren Alman disiplini, Berlin’i dimdik ayakta göstermek için girişilen çabalar ve Hitler’in eğitimi gibi eğlenceli ve meşaleler önündeki pratik sahnesi gibi sinemasal açıdan etkileyici anlara sahip. Kapanış jenerikleri ile birlikte karşımıza gelen Alman halkının Hitler yorumları bir yandan hem kafa karışıklığını hem de duyulan rahatsızlığı vermeye çalışırken diğer yandan da tarihte iz bırakanların iyi insanlar değil güçlü insanlar olduğu gerçeğini de bir kez daha hatırlatıyor.

(“Die Wirklich Wahrste Wahrheit über Adolf Hitler” – “My Führer”)