Avanti! – Billy Wilder (1972)

avanti

“La forza del destino. Kader böyle istedi.”

 

Bir Akdeniz ülkesinde yoldan çıkan (veya kendini bulan) zengin bir Amerikalının komik hikâyesi.

 

Billy Wilder’ın bir tiyatro oyunundan ünlü senarist ve pek çok filminde birlikte çalıştığı I.A.L. Diamond ile birlikte uyarladığı sıkı bir komedi var karşımızda. İkilinin diğer filmlerinin biraz gölgesinde kalmış olsa da yönetmenin filmografisinin en başarılı örneklerinden biri bu film. Daha ilk sahnelerinden başlayarak ve Jack Lemmon’ın benzersiz oyunundan da faydalanarak seyirciyi kendine çekmesini biliyor. İlk anından başlayarak arada özellikle romantik sahneleri ile bazen temposu düşer gibi olsa da sonuna kadar yüzünüzde bir gülümseme ile eşlik ediyorsunuz filme. Kimi orijinal oyundan gelen kimi de Diamond’a ait olan espriler gerçekten parlak çünkü.  

 

70’li yıllların Amerikan sinemasındaki değişime bağlı olarak Wilder’ın daha önceki filmlerinde ve o dönemin ana akım sinemasında göremeyeceğiniz “cüretkar” sahneler var filmde. Özellikle Jack Lemmon’dan beklenmeyecek sahneler olduğunu da belirteyim bunların. Benzer şekilde uçakta geçen “eşcinsel bir ilişkiye şahit olduklarını sanan yolcular” bölümü, Ralph Nader’ın ve şüpheli bir suçlama ile Amerika’da idam edilen İtalyan komünist göçmenler Sacco ve Vanzetti’nin adlarının anılması yine o dönemin ruhuna ve Wilder/Diamond ikilisinin tarzına çok uygun.

 

İtalya’ya (başka bir Akdeniz ülkesi de olabilir ama Amerikan sinemasının favorisi İtalya’dır genelde) gelen bir Amerikalının hayatın farklı boyutlarına tanık olması ve elbette bir Akdenizliye aşık olması ve ardından gelen mutlu son bu sinemanın favori konularından. Bu film de benzer bir tema üzerinden gidiyor. Gerçi aşık olunan bir İngiliz ama onun zaten bir Akdenizli ruhuna sahip olduğunun sürekli altını çiziyor senaryo. Bu tema elbette beraberinde öngörülebilecek gelişmeler (Amerika’daki koşuşturmadan sıkılıp Akdenizli sakinliğine aşık olunması, mutlu yerel insanlar vs.) ve öngörülebilen bir son getiriyor ama Wilder’ın ustalığı tüm bunlara rağmen filmini çekici ve farklı kılmayı başarması. Bu da önemli bir başarı çünkü filmde önyargılı bakıldığında klişelerden geçilmediğini de söylemek mümkün. Yukarıda belirttiklerime ilave olarak nefis bir butik otel, İtalyan romantizmi, uzun öğle tatili yapan “tembel” Akdenizliler, püriten Amerikan ahlâkı ile Akdenizli rahatlığının çelişmesi ve elbette turistik görüntüler. Filmin başarısı tüm bu tanıdık unsurlardan yeni bir film çıkarılabilmesinde yatıyor. Wilder/Diamond işbirliğinin yanında çoğu başarı ile çizilmiş ve oynanmış yan roller, başta belirttiğim cüretkarlıklar (Love Story filmine giren kalabalık rahibe grubu gibi) ve anlaşılan Akdeniz ikliminin de katkıda bulunduğu rahat anlatımın da ciddi payı var.

 

Elbette neden etrafta yoksulluk olmadığını, böylesine bir mutluluk diyarını bırakıp neden Amerikan vizesinin peşinde koşan İtalyanların olduğunu sorgulamayacaksınız. Hollywood’un böyle bir derdi yok. Hikâye güzel, kahramanlar güzel, para sıkıntısı yok, romantizm dorukta. Bu durumda elbette hikâye bir cennette geçmeli, öyle değil mi?   

(“Dokunma Gıdıklanırım”)

The Vikings – Richard Fleischer (1958)

vikings

“Kral öldü. Yaşasın kral.”

 

Vikingler, İngilizler, iktidar ve aşk için mücadele.

 

Hollywood’un maharetli olduğu o büyük savaş ve tarih filmlerinden. Keyifli ve bugünün ölçüleri ile hayli naif kalan bir animasyon ile başlayan film kapanış jeneriğinde de bir animasyon getiriyor karşımıza. Arada ise barbar Vikinglerin folklorik öğelerle de bezenmiş hayatları ve savaşları, İngiliz saraylarının politikaları, Fransa kırsalından ve dağlarından görkemli doğa görüntüleri, Jack Cardiff’in başarılı görüntü çalışması, dönemin yıldızları Janet Leigh/Kirk Douglas/Tony Curtis üçlüsü, bir parça mistizm, özellikle son yarım saatteki becerikli savaş ve ikili kılıçlı mücadele sahneleri ve bu tür bir tarihi filmden beklenebilecek diğer her öğe var.

 

İddialı ve etkileyici bir müzik eşliğinde, “denizlerin en büyüğü bir dindar ile bir kâfir arasındaki denizdir” veya “aşkını kazanamazsam nefretini kazanacağım” gibi cümlelerin döktürüldüğü seyri keyifli bir film.

 

Kirk Douglas’ın kendisi ile aynı yaştaki Ernest Borgnine’ın oğlunu oynaması, kendilerinden olmayanlara kolayca barbar diyen Hristiyan’ların tarihe yerleştirdiği ve yanlışlığı bugün bilinen Vikinglerin barbarlığı imajını (mertlikleri ile dengelenmek üzere) sık sık öne çıkarması, kâhinin sadece üç taş ile tüm cevapları bulabilmesi gibi sıradan Hollywood garipliklerini boş verin ve Richard Fleischer’in teknik ustalığını sergilediği filmin keyfini sürün ve filmin çekildiği Brittany bölgesinin tadını çıkarın. Bir yerlerden bulursanız bizde Bastır Viking adı ile bilinen, ünlü çizer Dik Browne’un “Hägar the Horrible” çizgi romanlarını okumayı da unutmayın ki Vikinglerin filmdeki barbar imajının izi kalmasın.

(“Vikingler”)

En Mand Kommer Hjem – Thomas Vinterberg (2007)

en-mand-kommer-hjem

“Kanepemde uyuyabilirsin. Bütün yemeğimi yiyebilirsin. Hatta beni biraz daha dövebilirsin.”

 

Yıllar önce terkettiği kasabaya geri dönen ünlü bir operacının ve onun dönüşü ile başlayan olayların hikâyesi.

 

İşte o garip karakterlerin olduğu veya sıradan karakterlerin garip davranışlar sergilediği mizah içeren sıcak ve küçük filmlerden biri. Benzerlerini Kuzey Avrupa sinemasında bulabileceğiniz türden bir film bu ve özelllikle öne çıkan bir yanı da yok.

 

Şaşırtıcı olan filmin görüntü çalışması. Hikâyenin bir Kuzey Avrupa ülkesinde (Danimarka’da) geçtiğini hissetmenizin mümkün olmayacağı bir şekilde çok “güneşli” bir film var karşımızda. Dış sahnelerde sarı renklerin bariz bir ağırlığı var ve iç sahnelerde de güneşin girmesinin mümkün olduğu her mekanda oyuncuların yüzlerinde güneş ışığını görmek mümkün. Buna sarı tarlaları ve klasik tabloları hatırlatacak şekilde bu sarı tarlalarda yoldan geçen arabalara el sallayan çiftçilerin görüntülerini ekleyince daha çok güneşli bir Akdeniz ülkesinde olduğunuzu düşünebilirsiniz.

 

Aşçıların sanatkâr yanının müzisyenlerden geri kalmadığını ispatlayacak keyifli “yemek yapma ve yedirme stresi” sahneleri içeren bir “babayı bulma-kaybetme-tekrar bulma” hikayesi. Güneşli ve “çok parlak” bir film.

(“When a Man Comes Home” – “Eve Dönüş”)

Öp ve Anlat – Alain de Botton

apveanlat

Biyografi gibi bir roman mı yoksa roman gibi bir biyografi mi? Hangisi olduğunu bilmiyorum ve yazarın da çok umursadığını sanmıyorum. Sonuçta Alain de Botton’un “sıradan insana da hitap eden ama felsefe, psikoloji vs gibi alanlardaki kavramlar üzerine el alıştırmalarını içeren” kitaplarından biri bu da. Belki de en çekici yanı biyografi kavramı üzerine de kendisi çok derin olmasa da derin tartışmalara yol açabilecek konuları ortaya atması; biyografi ne kadar detaya girmeli, sıradan insanların biyografisi yazılabilir mi, biyografinin yazarı ile öznesi arasındaki yakınlık ne olmalı vs. Tüm bu konular zaman zaman oldukça eğlenceli bir üslup ile ve bir “sahte biyografi” tarzı ile ele alınıyor. Bu nedenle hızlıca okunabilecek, keyif verici bir kitap. Yazarın nesnesi üzerinde, yazanın ve paylaşanın kendisi olması nedeni ile sahip olduğu hükümranlığın ne derece korkutu olabileceğini de hatırlatıyor.

(“Kiss and Tell”)