Püha Tõnu Kiusamine – Veiko Õunpuu (2009)

“Aramızda dolaşan melekler vardır ve onlar korkunç savunmasızlıkları ile hemen fark edilirler. Ve sen Tony, onlardan birisin”

Bir adamın orta yaş bunalımlarını iyilik, ahlak ve kapitalist düzen kavramları ile birlikte sorgulamasının hikâyesi.

Estonyalı yönetmen Veiko Õunpuu’nun senaryosunu yazdığı ve yönettiği bir Estonya, İsveç ve Finlandiya ortak yapımı. Doğrudan ve dolaylı göndermeleri, absürt ve gerçeküstü unsurları, sorguladıkları ve sorgulattıkları ile görsel ve içerik açısından çok etkileyici ve hikâyesine girmenin ve tüm anlatılanları bir defada sindirmenin zor olduğu bir yapıt. Kara komedisi de olan film, Estonya’nın Yabancı Dilde Film dalında Oscar adayı olarak gösterilmişti 2010 yılında. Dikkatle ve birden fazla izlenmeyi gerektiren “hikâye”si ortalama bir seyirciyi zorlayabilir ama bu dikkati gösteren bir sinemaseveri ödüllendireceği kesin olan yapıt, yönetmenin filmografisindeki diğer eserlerle tuhaf karakterleri ve entelektüel içeriği ile uyum göstermesi ile de dikkat çeken, görsel zenginliğinin altında günümüz Estonyası’na ve genel olarak kapitalist düzene yönelik sorgulamaları ile de önemli olan bir çalışma.

Dante’nin İlahi Komedya adlı klasik eserinin Cehennem bölümünden bir alıntı ile açılıyor film: “Yaşam yolumuzun ortasında, karanlık bir ortamda buldum kendimi; çünkü doğru yol kaybolmuştu”. İtalyan sanatçı ve filozof filmin göndermelerle dolu hikâyesinde ve gösel dilinde karşımıza çıkan tek isim değil. Anton Çehov, William Blake, Ingmar Bergman, Andrey Tarkovski, Luis Buñuel, Pier Pasolo Pasolini, David Lynch, Kafka, Aki Kaurismäki ve meraklısının keşfini bekleyen daha pek çok esin kaynağı olmuş Veiko Õunpuu’nun hikâyesini yazarken ve onun görsel karşılığını yaratırken. Sinemacının bu zengin referanslarla dolu filmi bekleneceğininin ya da korkulacağının aksine bir kaos yaratmıyor ilginç ve takdiri hak eden bir şekilde. Bu göndermeleri keşfetmek kuşkusuz ek bir keyir seyfi verecektir meraklısına ama farkında bile olmasanız onların, yine de kendi başına değerli bir sonuç koymuş ortaya yönetmen. Bu siyah-beyaz çalışma yaratıcılığın serbest bırakıldığı ama bunun bir kaosa yol açmasından uzak durulmasının başarıldığı bir film olmuş Õunpuu adına.

Beş bölümde anlatıyor hikâyesini yönetmen ama aslında bildik anlamda bir hikâyeden söz etmek zor. Açılış sahnesinde bir cenaze alayının önünde elinde koca bir haç taşırken gördüğümüz Tõnu film boyunca bir yandan iş bir yandan da özel hayatındaki bunalımları ile karşımıza çıkarken “maceradan maceraya” atılıyor ve kendi sorgulamalarına bizi de ortak ediyor. Bunu yaparken yönetmen, kara komediyi de içine alan gerçeküstü ve absürt sahneleri de birbiri ardına çıkarıyor karşımıza. Örneğin cenaze alayı sahnesinde son sürat gelen bir arabanın denize uçtuğunu görüyoruz ama bu beklenmedik olay alaydakilerin kısa bir süre dikkatini çekiyor sadece ve törendeki hiç kimse kazayı geçirenlere yardım etmeyi aklından bile geçirmiyor ve tümü yollarına devam ediyor sadece. Gördüğümüz, hikâyenin kahramanı Tõnu’nun babasının cenaze alayıdır; cenaze yemeğinde “yeryüzünde her şeyin şer olduğu” sözlerini ve “Bugünlerde bir insanın değeri nedir ki, hiç” gibi cümleleri duyuyoruz. Kaza geçirenlerden biri yüzü gözü kan içinde geliyor, Tõnu’nun arabasını hayranlıkla inceliyor ve içine oturabilmek için istediği izni alınca da “Sen iyi bir adamsın” diyor ona. Oysa aynı Tõnu kaza anında onunla ve yanındaki ile ilgilenmemiştir bile. Bu sahne hikâyenin “iyi insan olmak” ve günümüzde bunun anlamı ve imkânsızlığı üzerine, moral değerlerin varlığı/yokluğu üzerine ve insanı iyi olmaya zorlayan “şey”in niteliği üzerine seyirciyi düşünmeye çağırdığı anlardan sadece biri. Terk edilmiş bir kilisede kahramanımız ile bir “rahip” arasında geçen sahne bu sorgulamaya dinsel bir bakışı da katıyor ama gerek bu anılan sahneler gerekse tüm diğerleri, hayli karanlık bir dünya çiziyor bize.

Hikâye boyunca pek çok kez; umudun yitirilmesi, insanın değerinin yok olması veya iyiliğin sorgulanması ile karşılaşıyoruz. Tõnu’nun çıplak bedenine Estonya bayrağını sararak karda koşmak zorunda kaldığı sahnede göreceğimiz gibi film Estonya’dan yola çıkıyor olsa da daha evrensel bir boyuta taşıyor meselesini. 1920 ve 30’ların kabarelerini andıran bir sahnede Almanca, İngilizce ve Fransızca konuşuluyor olması da bir bakıma bunun bir işareti olarak algılanabilir. Benzer bir işaret olarak da kahramanımızın evinde iş arkadaşları ile yemekte olduğu sahnede bir evsiz adamın sofradakilere baktığı sahneyi gösterebiliriz. Bu sahnede, camın dışındaki adamı görmemek için gözlerini kapayan beyaz yakalıların tavırları, yorumları ve evsiz adamın sahnenin sonunda anladığımız niyeti bir yandan bir kara komedi olarak eğlendirirken, öte yandan sınıf ayrımını sert bir eleştiri ile dile getirme işlevi de görüyor. Veiko Õunpuu görsel olarak da destekliyor hikâyesinin karanlığını. Jaagup Roomet ve Markku Pätilä’nın set tasarımları ve Mart Taniel’in kamerası dekadanstan yoksulluğa oldukça sefil kareler yaratıyor ve filmin karanlığını güçlendiriyorlar. Dış çekimlerde de hep soğuk, puslu ve kirli sokaklar ve alanlar geliyor karşımıza. Ahlaksal çöküş işe açılıştan başlayarak hikâyenin sonuna kadar farklı örnekleri ile gösteriliyor. %20 geri dönüş beklenen yatırımın %19,3 getirmesi nedeni ile kapatılan fabrika ve kovulan işçiler veya Fransız oyuncu Denis Lavant’ın kendisine çok yakışan bir rolde yer aldığı ve özellikle cinsel sömürünün öne çıktığı kabare sahnesi örnek gösterebilir bunlara.

Film karanlık zamanlarda entelektüellerin yetersizliğini ve çöküşün parçası olmalarını da katıyor karanlığın dozunu daha da artırarak. Yönetmenin bir başka mesaj aracı olarak da içki tüketimini, sarhoşları ve alkolikleri kullandığını söyleyebiliriz. Defalarca karşımıza geliyor içki görüntüleri ve rayından çıkmış bir sefahatin sembolü işlevi görüyor sanki bu sahneler. Tüm bu semboller, mesajlar ve göndermeler, düşle gerçeğin birbirine girdiği sahneler filmi zaman zaman bir parça hazmı zor kılabilir ortalama bir seyirci için ve yönetmenin zaman zaman sakin hareket eden kamerası (veya kabare sahnesinde olduğu gibi, aşırı hareketli ve flu görüntülerden çekinmemesi) bu güçlüğü artırabilir de. Aslında bu tür filmler karşısında bir seyirci için bazen doğru tavır kendisini filme bırakmak olmalı. Aksi takdirde, elinde bond çanta olan tenis kıyafetli adam gibi ögelerin tümünü aynı anda anlamlandırmaya ya da hikâyede bir yere oturtmaya çalışmak oldukça yorucu olabilir.

Bach’ın 4 Numaralı Viyolonsel Süiti’nden Amerikalı folk şarkıcısı Neil Morris’in “Corn Dodgers”ına ve Crosby, Stills, Nash & Young’un “The Lee Shore” adlı şarkısından İtalyan DJ Marcello Giordani’nin “Respect Yourself” adlı parçasına hayli eklektik bir soundtrack’i var filmin. Bir bakıma hikâyenin unsurlarındaki zenginliği müzik seçimine de yansıtmış yönetmen ve ortaya hem görsel hem işitsel zenginliği olan bir sonuç çıkarmış. Şaşkınlık, belirsizlik ve boşlukla örülü bakışlarıyla filmin kahramanı rolünde sıkı bir performans sunan Taavi Eelmaa’nın önemli kozlarından biri olduğu yapıt tüm o metaforları, göndermeleri ve sembollerini seyirciyi duygusal açıdan kendisine daha sıkı bağlayacak bir bütünsellikle toparlayamamış olsa da kesinlikle ilginç bir çalışma.

(“The Temptation of St. Tony” – “Aziz Tony’nin Günahı”)

(Visited 86 times, 2 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir