“Hiç kimseden şikâyetçi değilim, hiçbir insandan. İnsanın merhamet duygusunu yok eden toplumdan şikâyetçiyim ben. Çıkarları için bir kardeşi yabancıya, bir dostu düşmana dönüştüren toplumdan şikâyetçiyim. Ölüye tapan ama yaşayanı ayaklar altına alan bir kültürden ve dünyadan şikâyetçiyim. Başkalarının acısı için ağlamanın korkaklık, başkalarına saygı göstermenin zayıflık olarak görüldüğü toplumdan şikâyetçiyim”
Şiirlerini bastırmak için umutsuzca çabalayan yetenekli bir şairin bencilliğin, hırsın ve acımasızlığın egemen olduğu bir toplumda yaşadıklarının hikâyesi.
Senaryosunu Abrar Alvi’nin yazdığı, Guru Dutt’un yönettiği bir Hindistan yapımı. Müzikalden çok, müzikli dram tanımını daha çok hak eden film 1950’li yılların sadece Hindistan sineması için değil, dünya sineması için de en parlak örneklerinden biri. Time dergisinin 2005’te tüm zamanların en iyi 100 filminden biri olarak seçtiği çalışma Fransız sinemacı Olivier Assayas tarafından “şiirin sinemadaki muhtemelen en kayda değer karşılıklarından biri” olarak tanımlanmış. Bollywood tarzından uzak duran ama müzikleri ve hatta bir parça dansı da ihmal etmeyen film, içerik olaraksa çok farklı yerlerde duruyor. Bir şairin ve hatta genel olarak bir sanatçının içinde yaşadığı toplumda nasıl korkunç bir yalnızlığa mahkum olabileceğini anlatan film şiirleri, şarkıları, hayli etkileyici görsel çalışması, başrolü de üstlenen Guru Dutt’un siyah-beyaz ile daha da çarpıcı görünen mizansen çalışması ve duyarlı hikâyesi ile kesinlikle görülmesi gereken bir klasik.
39 yaşında hayatını kaybeden (yatağında ölü bulunduğunda alkol ve uyku ilacını birlikte aldığı anlaşılmış ama ölümün yanlışlıkla alınan aşırı dozdan mı yoksa daha önce iki kez denediği intiharı bu kez “başarması”ndan mı kaynaklandığı konusunda kesin bir karara varılamamış) Guru Dutt sadece sekiz film yönetebilmiş tüm sinema kariyerinde. Genellikle yönetmenin başyapıtı olarak kabul edilen bu film iyi yürekli bir sanatçının kötülüklerin hâkim olduğu bir toplumda yaşadığı acıları anlatıyor bize. Şiirlerini gösterdiği bir yayıncının “Sen bunlara şiir mi diyorsun? Bunlar açlığa ve işsizliğe karşı bir haçlı seferi. Beyefendi, şiir sadece zarafetle ilgilenir! Çiçekler hakkında yaz, şarap ve karaf hakkında” tepkisini alan şair evinde de sadece annesinin desteğini alırken, iki ağabeyi ona “kendileri çalışırken onun yatması” ile oldukça kötü davranıyorlar. Film adamın hikâyesini tıpkı acımasız yayıncının ifade ettiği gibi şiirsel bir dil ile anlatıyor ama yoğun, kırılgan, kara ve acı bir şiir bu. “Şiir/şarkı”ları dinlediğimiz/seyrettiğimiz her sahne insanı yüreğinden vuran bir yoğunluğa sahip. Sözler o denli etkileyici ve Guru Dutt hüzünlü karakterini o denli kırılgan bir şekilde oynuyor ki şiirin -bir edebiyat türü ve bir duygu olarak- güzelliğini olabilecek en derin şekilde hissediyorsunuz. Gerçekten de Assayas’ın vurguladığı gibi, şiirin sinemada hayat bulduğu en güzel anların örneklerini getiriyor karşımıza Dutt bu filmde.
Hindistan’da gösterime girdiği tarihlerde başta seyircinin pek ilgi göstermediği ama sonradan yılın en fazla gişe geliri getiren filmi olmayı başaran bu çalışma açılış sahnesinden başlayarak seyircinin gönlünü almayı başarıyor ve bu sahne hikâyenin de bir özeti oluyor bir bakıma. Bir ağacın altına uzanmış yatan, gökyüzündeki bulutları ve kuşları seyreden adamın ağzından gördüklerinden etkilenerek yazdığı bir şiiri dinliyoruz; arılardan ve çiçeklerden söz eden bu şiirdeki lirizm çimendeki bir böceği ezen bir ayakkabının görüntüsü ile sert bir şekilde kesiliyor. Hikâye boyunca da bu çatışmayı, kahramanımızın sanatçı yüreği ile toplumda hâkim olan değerlerin benzer sert çatışmaları izliyoruz ve hepsi de şairimizin aleyhine sonuçlanıyor. Üniversitede kendisini parasızlığı nedeni ile terk eden ve şimdi zengin bir yayıncı ile evli olan sevgilisinden üniversitedeki en yakın arkadaşına ve evdeki abilerine kadar uzanan farklı kesimden insanlar tarafından hep hırpalanıyor şair ve Dutt tüm bu çatışmaları bugün belki bir parça eskimiş görünen bir içerik ve biçim ile de olsa etkileyici bir şekilde anlatıyor. Pek çok sahnede tanık olduğunuzun bir Yeşilçam filminde gördüklerinizden farklı olmadığını düşünebilirsiniz ama bu filmin temel bir farkı var onlardan: Anlattığına yürekten inanıyor ve samimiyetini her anında hisettiriyor size. Komşularının “şiir onu zehirledi” dediği adamın inceliklere yer olmayan, servet ve mevkinin en önemli değerler olduğu bir toplumda merhamet, aşk ve dayanışma gibi kavramların arkasında ısrarla durmasını içinizde bir sızı duyarak izliyorsunuz bu samimiyetin sonucu olarak.
Yönetmen Guru Dutt hayli çekici ve etkileyici bir sinema dili yakalamış filmde. Sık başvurduğu zumlar ve yakın planlar eski bir görüntü veriyor filme belki ama klasik Hint sineması ile Batı (özellikle de klasik Fransız) sinemasının ikisinden de esintiler taşıyan bir “orta yol” yakalamış ve hem yerel hem evrensel olmayı başaran bir sonuç çıkarmış ortaya. Örneğin şarkı sahnelerinin biri kurgusu ile bir Hint müzikalindeki gibi çekilmiş ama o anlayışın tüm öğeleri dizginlenmiş adeta ve ortaya yerel ruhunu yitirmeyen ama evrensel de olabilen bir sonuç çıkmış. Kimi klişelerden uzak dur(a)mamış film ama: Örneğin “sınıfın şişman kızı” üzerinden üretilen mizah veya Yeşilçam filmlerinde örneğin Sami Hazinses’in sıkça canlandırdığı türden bir “seyyar masör” karakterinin fazlaca kullanılması filmin genel başarı seviyesinin altında kalan parçaları filmin. Şiir/şarkı sahnelerinde duman efektleri (gökyüzünden sarkan tül perdeler ve balonlar da var) gibi olmazsa olmazlar da yerini almış filmde elbette ama neyse ki bu sahnelerin düşselliğini akıllıca ve samimi bir şekilde inşa etmiş Dutt ve bugün 61 yıllık olan bu filmi seyrederken herhangi bir rahatsızlık hissetmiyorsunuz. Oyunculukların da -doğal olarak- eski tarzda olduğunu ve özellikle yan karakterleri canlandıran oyuncuların biraz vurgulu oynadığını da ekleyelim klişeleri sıralarken.
Karşılıksız aşkın ve sevdiğine dokunamamanın sinemada en somut bir biçimde karşılığını bulduğu çatıdaki sahnenin de aralarında olduğu pek çok etkileyici, hatta büyüleyici an yakalamış Dutt. Örneğin “şairi anmak” için toplanan yüzlerce insanın olduğu sahnede müthiş bir gerilim üretmiş Dutt ve onca figüranı ustaca bir koreografi ile getirmiş karşımıza. Filmin bu biçimsel başarısında görüntü yönetmeni V.K. Murthy’nin payı çok büyük: Gölgeleri ustaca kullanan ve yaratan, kamerayı ne aşırı dinamik ne de statik görünen ve tam da filmin ruhuna uygun bir yumuşaklık ve hareketlilik ile kullanan Murthy’nin çalışması filmi değerli kılan en önemli unsurlardan biri kuşkusuz.
Toplumun öne çıkardığı değerlerle çatışan bir tarafta duran film, kahramanımız gibi, bu toplumun değersiz gördüklerini öne çıkarıyor hikâyesi boyunca ve hatta en alta itilenlerden birini, bir fahişeyi hikâyenin en dürüst ve samimi karakterlerinden biri yapıyor. Dinlediğimiz şiirlerin biri eşlik eden hayat kadınlarının görüntüsü eşliğinde “Hindistan’la gurur duyduğunu söyleyenler nerede?” sorusunu düzenli olarak sorarken, yoksulluk ve işsizlik gibi somut gerçekleri de düzenli olarak gündeminde tutuyor film. Sachin Dev Burman imzalı müzikler ve bu müziklere Sahir Ludhianvi’nin yazdığı sözlerin özellikle hüzünlü ve isyankâr içerikleri ile ilgi topladığı film melankolik, karanlık, derin bir sinema eseri ve naif bir bakışın derin sonuçlar yakalayabileceğinin de çarpıcı bir örneği.
(“Thirsty”)