“Anlaması zor değil aslında. Ben ünlü olmak istiyorum; ama aşık olduğum kişi o. Diğer erkeklerden sıkılıyorum. Sadece fiziksel bir şey değil bu, aynı zamanda ruhsal. Onsuz yolumu kaybederim ben. Sana çılgınca gelebilir ama Maurice benim ateşim. Çok parlak yanmıyor olabilir ama yolumu aydınlatıyor benim”
Ünlü ve zengin olmak isteyen bir şarkıcı, kıskanç kocası ve her ikisinin de çok yakın arkadaşı olan bir kadın fotoğrafçının, şarkıcının film kontratı için randevusunun olduğu zengin bir yaşlı adamın öldürülmesi üzerine polis taraflarından peşlerine düşülmesinin hikâyesi.
Belçikalı yazar Stanislas-André Steeman’ın “Légitime Défense” adlı romanından uyarlanan, Fransa yapımı bir polisiye. Yönetmenliği üstlenen Henri-Georges Clouzot’nun senaryosunu Jean Ferry ile birlikte yazdığı film Fransız polisiyelerinin tartışmasız klasiklerinden biri. 1947’de Venedik Festivali’nde Clouzot’ya yönetmenlik ödülünü getiren film karakterlerin ve seyircinin gerçeğin farklı parçalarını bildiği hikâyesini bir polisiyenin ötesine taşıyarak, tutkulu bir aşk(lar)ı anlatmak için başarı ile kullanması ile de dikkat çekiyor. Armand Thirard’ın gölgeleri ustaca yarattığı ve kullandığı siyah-beyaz görüntüleri, farklı dedektif karakteri ve oyuncularının başarısının önemli kozları arasında yer aldığı film klasik sinemanın önemli çalışmalarından biri olmakla birlikte modern bir havaya da sahip kesinlikle.
“Le Corbeau” adlı filmini savaş sırasında, Almanlara ait olan bir firmanın yapımcılığında çekmesi nedeni ile bir süre Fransız sinemasından dışlanan Clouzot tekrar film çekme imkânına kavuşunca, işgal sırasında okuduğu Stanislas-André Steeman romanı gelmiş aklına ama o sırada elinde kopyası olmadığı için romanın, hatırladığı kadarı ile yazmaya başlamış senaryoyu ve ancak senaryonun önemli bir kısmını yazdıktan sonra romanın bir kopyası geçmiş eline. Ortaya çıkan senaryo ise romanın yazarını kızdıracak kadar önemli değişiklikler (romanda olmayan fotoğrafçı kadın karakterinin burada önemli bir rolünün olması ve katilin kimliği gibi) içeriyor ve -Steeman’ın düşünceleri bir yana- bir klasik filme de sağlam bir kaynaklık ediyor. Bir müzikhol ve varyete şarkıcısı olan ve Jenny Lamour takma adı ile tanınan bir kadın şarkıcı, onun konservatuardan parlak bir derece ile mezun olmuş, kendisine tutkuyla bağlı olan piyanist kocası ve adamın çocukluk arkadaşı olan bir kadın fotoğrafçı. Bu üç karaktere cinayetten sonra olayı çözmeye soyunan oldukça farklı ve zeki bir dedektif ekleniyor daha sonra ve hayli gerilimli, eğlenceli ve çekici bir hikâye izlemeye başlıyoruz. Kadının peşine düştüğü şöhret ve para için her şeyi yapmaya hazır olduğu ama asla kocasına olan aşkından vazgeçmediği, kocanın ise sürekli bir kıskançlığın etkisinde hareket ettiği hikâyede fotoğrafçı kadının her ikisi ile de olan dostluğu ilişkilerine bir denge sağlıyor ama öte yandan bu kadının kendisinin de sırrı ve trajik (ve karşılıksız) bir aşkı var. Senaryo cinayetle ilgili olarak herkesi olan bitenin bir kısmı hakkında bilgili kılarken, her şeye hâkim görünen fotoğrafçı ve seyirci için bile gerçekler hiç de göründüğü gibi değildir aslında. Film bu durumdan ustalıkla yararlanıyor ve kuşkular, sırlar, korkular ve itiraflarla örülü bir hikâyeyi ustalıkla anlatıyor bize ve bunu yaparken sağlam bir polisiye olmaktan hiç taviz vermiyor.
Bir Amerikan polisiyesinde pek de karşılaşamayacağımız oldukça farklı yanları var hikâyenin ve bunlar seyrettiğimiz filmin neden o denli “Fransız” olduğunu da açıklıyor bize: Zengin adamın genç kızlarla ilgili ahlâksızlığı, adı konmaktan çekinilmeyen bir “farklı” aşk, dedektifin koloni geçmişi ve çocuğu, çiftin arasındaki tutkulu ve kavgalı aşk, şarkıcı ile komiser arasındaki “sınıf ve yoksulluk” tartışması, hikâyede sık sık geçen “burjuva” ve “kapitalist” sözcükleri ve halkın polislere karşı olan düşmanca (ya da en azından soğuk) tutumu. Tüm bunlar filmi ve anlatılan hikâyeyi steril bir polisiye olmaktan tamamen uzaklaştırıyor ve karakterlerini gerçek, doğal ve çekici kılıyor seyirci için. Özellikle sıradan insanların polislere yardımcı olmamayı tercih etmesi ve bunun yaygın ve doğal olması 1940’lı yıllar için hayli radikal bir yanı olduğunu gösteriyor filmin ve hikâye bunu bir eleştiri veya övgü konusu yapmadan, sadece “tarafsız” bir biçimde sergiliyor bu tutumu. Senaryonun karakterleri sadece bir tip olmanın ötesine taşıyıp hikâyeyi kendilerine has güçlü ve zayıf yanları ve aralarındaki ilişkileri üzerinden anlatması da filmin bu alandaki bir başka kuvvetli tarafı olarak dikkat çekiyor.
Dedektifin olayı çözerken karakterlerin hayatlarına da giriyor olmasının önemli bir katkı sağladığı filmin onun sigarasını yakmak için kullandığı küçük kağıt parçasındaki sırrın neden olduğu telaş, piyanist ile karısı arasındaki kavgaya gittikçe hızlanan bir çigan müziğinin eşlik etmesi ile doğan gerilim atmosferi veya herkesin birbirinden kuşkulanmasının ve karakterlerin tümünün sırlarının olmasının yarattığı kaos gibi önemli kozları var her an ilginin ayakta kalmasını sağlayan. Henri-Georges Clouzot’nun sahneleri yerleştirdiği kimi detaylarla renklendirmesi ve farklı kılmayı başarması da filmin önemli artılarından biri. Karakoldaki bir ifade alma sırasında polislerden birinin kulağını karıştırması veya kameranın şarkılar söylenirken seyircilerin tepkilerine (ağlayan çocuktan öpüşen bir çifte, makyaj yapan kadından şehvetle sahneye bakan erkeğe ya da şarkıya eşlik eden yaşlı kadına) özellikle odaklanması gibi anları özenle yerleştirmiş sahnelere Clouzot. O sırada seyrettiğimizle doğrudan ilgili görünmeyen ve hikâyeye de bir katkısı yok gibi duran bu görüntülerin çok önemli bir işlevi var aslında: Seyrettiğimizin doğal ve müdahale edilmemiş bir havaya sahip olmasını sağlıyor bu tercihi yönetmenin.
Özellikle ikinci yarısında artan geriliminin değerli kıldığı ve adını ciddi suçlara bakan bir polis gücünden (ve onun da adını aldığı adresten) alan filmin tüm ciddiyet ve geriliminin içine küçük bir mizah da katabilmesi önemli bir diğer başarısı. Dört başrol oyuncusunun (şarkıcıyı “femme fatale” kılmayı başaran ve eğlenceli bir sahnede “Avec Son Tralala” adlı şarkıyı da söyleyen Suzy Delair; piyanist kocanın tutku, kıskançlık ve zayıflığını ustaca sergileyen Bernard Blier, fotoğrafçı kadını canlandıran ve hikâyesi aslında filmin belki de en trajik karakteri olmasını sağlayan kadını sade bir oyunculukla karşımıza getiren Simone Renant ve dedektif rolünde eğlenceli ve güçlü bir performans sunan Louis Jouvet) güçlü bir katkı sağladığı film özellikle diyaloglarla sergilenen cüretkârlığı, dozunda ve “kara film” havasına zarar vermeyen küçük mizahı ve karakterlerini (ve kısmen de bizi) karşı karşıya bıraktığı sürprizleri ile önemli bir çalışma kesinlikle. Fransız polisiyelerinin sağlam örneklerinden biri, özetlemek gerekirse.
(“Quay of the Goldsmiths” – “Jenny Lamour”)