Restless – Gus Van Sant (2011)

“Bu ay katıldığın dördüncü cenaze bu. Ya dünyanın en talihsiz gencisin ya da eşek şakasından hoşlanan delinin tekisin”

Ölümcül derecede kanser hastası bir genç kız, trajik bir geçmişi olan bunalımlı bir genç erkek ve erkeğin hayali arkadaşı olan bir Japon kamikaze pilotunun hikayesi.

Gus Van Sant “Elephant” ve “Paranoid Park” filmlerinden sonra bir kez daha ergenlik çağındaki gençlerin dünyasını anlatıyor. Senaryosu Jason Lew’a ait olan filmin hikâyesi yukarıdaki özetin çağrıştırdığından daha fazlasını içermiyor aslında. Filmi farklı kılan Gus Van Sant’ın dokunuşu oluyor ama bu dokunuş filmi yeterince üst düzeylere çıkarabilmiş mi, orası tartışmalı biraz.

Karakterlere ve içinde bulundukları duruma aşina olduktan sonra nasıl sona ereceğini kolayca tahmin edebileceğiniz filmlerden biri bu; kız ölecek ve oğlan “iyileşecektir”. Bu açıdan bir farklılığı yok filmin benzerlerinden ve zaten böyle bir derdi de yok görünüyor. Hayat, aşk ve özellikle ölüm hakkında bir film karşımızdaki. İlk aşkın masum güzelliği ile hayatın geçmişte kaybettiklerimizin ve gelecekte kaybedeceklerimizin neden olduğu tüm acılara rağmen peşine düştüğümüz bir vazgeçilmez olduğu ve özellikle de ölüm karşısında insanoğlunun hali filmin hikâye boyunca sık sık gündeme getirdiği temalar. İki genç kahramanının tanışmalarına da vesile olan tanımadıkları insanların cenazelerine gitme alışkanlıkları, genç kızın ölümcül bir hastalığa yakalanmış olması, ziyaret için seçtikleri yerlerden birisinin morg olması ve geçmişinde ölümlerle sonuçlanan trajik bir olay yaşamış olan genç oğlanın hayali bir arkadaş olarak kendisine bir kamikaze pilotunun hayaletini seçmiş olması filmin ölümü ve hissettirdiklerini sürekli önümüzde tutmasına neden oluyor. Tıpkı kahramanlarından beklediği gibi bizden de ölümle barışmamızı isteyen bir film bu ve belkide en büyük başarısı yönetmenin bu sevimsiz olguyu, ölümü incelikli anlatımı ile doğal kılabilmesi. Kısa süreceğinin kesinliğinden ve iki yaralı ruhun arasından yaşanmasından dolayı hayli kırılgan niteliği olan bir aşkı nerede ise yaşam sevinci hissettirecek bir biçim ve içerik ile ele alan film gözyaşı döktürmenin değil düşündürmenin ve hissettirmenin peşine düşerek doğru ve etkileyici bir seçim yapmış görünüyor.

Ölmekte olan kızın yarı ölü bir hayat süren oğlana hayatını geri kazanmakta yardımcı olmasını anlattığı da söylenebilecek olan filmin sonbahar ışıklarının yumuşaklığı ile sergilenen görüntülerinin üzerinde de durmak gerekiyor. Harris Savides’in görüntüleri aracılığı ile karakterleri sık sık gün batımındaki ışığın yumuşaklığı altında gösteren film bu anlamda atmosferi için doğru bir seçim yapmış ama kimi iç sahnelerde sorun da yaratmış bu durum. Benzer şekilde filmin Danny Elfman imzalı müzikleri de etkileyici olmakla birlikte filmin atmosferi için fazlası ile tahmin edilebilir tonlar taşıyor. Buna karşılık filmde kendine yer bulan kimi şarkıların hayli etkileyici olduğunu söyleyelim; Bon Iver’dan Sufjan Stevens’a ve Nico’ya ünlü isimlerin seslendirdiği şarkılar kesinlikle çok keyifli. Filmin oyunculuklar açısından da bir parça sıkıntısı var aslında. Genç kızı canlandıran Mia Wasikowska dışındaki isimlerin performansları genel olarak vasat bir düzeyde seyrediyor. Filmin kendisine adandığı ünlü oyuncu Dennis Hopper’ın oğlu olan Harry Hopper hüzünlü ve gerektiğinde de sevimli yüz ifadesi ile işini görüyor ama oyununun güçlü olduğu pek söylenemez.

Genç kızın “A Bout de Souffle – Serseri Aşıklar” filmindeki ölümsüz Jean Seberg’inki gibi kısa kesilmiş saçları ve keyifli bir sahnede dinlediğimiz Pink Martini’nin Fransızca şarkısı “Sympathique” gibi unsurların da desteklediği bir Fransız havası da var filmin. Gerek bu “Avrupalı” atmosferi gerekse Gus Van Sant’ın bu sıradan hikâyeyi yalın ve yumuşak bir şekilde anlatması, evet filmi farklı kılmış ama sonuçta elimizdeki hikâye çok kaba bir benzetme ile bir “Love Story” aslında. Her sabah bir gün daha yaşıyor olmanın coşkusuyla öten kuşlar üzerinden, yaşadığımız her gün için minnettar olmamız gerektiğini söyleyen hikâye yine de melodramdan ustaca kaçınması (“Love Story” filminde yapılanın tam aksine) ve aşkın doğal bir şekilde gelişimini zarif bir biçimde anlatması ile ilgiyi hak ediyor. Elbette daha ilginç karakterler ve daha derinlikli bir senaryo olsaymş daha da ilginç olabilirmiş diye de ekleyelim.

(“Senin İçin”)

(Visited 78 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir