Room – Lenny Abrahamson (2015)

“Önce oda var. Sonra uzay, tüm televizyon gezegenleri orada. Sonra da cennet. Bitki gerçek ama ağaçlar değil. Örümcekler ve bir keresinde kanımı even sivrisinek gerçek. Sincaplar ve köpekler gerçek değil, sadece televizyon onlar; Şanslı hariç, o benim köpeğim ve bir gün gelebilir. Canavarlar gerçek olamayacak kadar büyük, deniz de öyle. Televizyon insanları yassı ve renklerden yapılma. Ama sen ve ben gerçeğiz. Yaşlı Nick, o gerçek mi bilmiyorum. Belki yarı gerçek…”

Bir adamın yedi yıl boyunca küçük bir odada kapalı tuttuğu bir kadın ve çocuğunun hikâyesi.

Senaryosunu kendi romanından Emma Donoghue’nin yazdığı bu ABD, Birleşik Krallık, Kanada ve İrlanda ortak yapımının yönetmenliğini Lenny Abrahamson üstlenmiş. Donoghue’nin roman henüz yayınlanmadan senaryosunu hazırladığı film kabaca iki ana bölümde anlatıyor hikâyesini: Kadın ve çocuğunun tutsaklık günleri ve kurtuluştan sonra yaşananlar. Her iki bölümünde de ortalamanın üzerinde bir seviyeyi tutturduğu rahatlıkla söylenebilecek film hikâyesini akıcı ve çekici bir biçimde anlatmayı başarıyor ve kendisini ilgi ile seyrettiriyor. Bağımsız bir yapım olmasına rağmen özellikle ikinci yarısında zaman zaman ticarî sinemanın kalıplarına bürünen ve bunun artı ve eksilerini aynı anda barındıran çalışma, anneyi oynayan Brier Larson’un Oscar’ı kazanmasını sağlayan performansı ve küçük oyuncusu Jacob Tremblay’ın -8 yaşında olmasına rağmen 5 yaşındaki bir karakteri canlandırmasının da avantajı ile- hiç aksamayan ve etkilemeyi başaran oyunculuğu ile de ilgiyi hak ediyor.

Merak uyandıran bir girişle başlıyor film. Belirsiz bir içeriği olan bu görüntülerin yedi yıldır süren bir tutsaklığı anlattığını sonradan anlayacağız. Sağlıksız görüntüleri olan bir kadın ve uzun saçı nedeni ile önce kız olduğunu düşündüğümüz, beş yaşında bir çocuk eski ve yıpranmış bir durumu olan bir oda içindeler ve aralarında da keyifli bir ilişki var. Kadının ve çocuğun kimlikleri, neden orada oldukları ve çocuğun neden bir gardırobun içinde yattığını hikâyenin başlarında öğreniyoruz ve bu bilgiye kavuştuktan sonra filmin ilk yarısında kadının oğlu ve zaman zaman yanlarına gelen “yaşlı Nick” ile olan ilişkilerine ve odadan kurtulma çabasına tanık oluyoruz. Odanın küçüklüğü ve iki karakterin son yedi yıllarının (çocuğun doğumundan beri üstelik) orada geçmesi beraberinde doğal bir klostrofobi atmosferi getiriyor ve yönetmen Lenny Abrahamson’un en önemli başarılarından biri bu atmosferi dozunda kullanması ve zorlama bir gerilim üretmemeye çalışmaması bundan. Bu çok doğru bir tercih; çünkü ne kadar küçük olursa olsun burası anne ve oğlulun dünyası ve klostrofobiden boğulacakları bir dünyada hayatta kalamazlardı. Bundan daha önemli olan neden ise çocuğun bildiği tek dünyanın bu oda olması sadece. Annesinin mecbur kalarak yalan söylediği üzere bir tek burası var, bir de -odadaki çatı penceresinden görünen- uzay ile “televizyon gezegenleri”. Bir başka ifade ile söylersek; oda ve içindekiler gerçek, televizyonda gördükleri gerçek değilken odaya arada girip çıkan Nick yarı-gerçektir. Tüm algısı bununla sınırlanan çocuğun bulunduğu odada klostrofobi hissetmesi gerçekçi olmazdı ve film tam da bu nedenle odayı hem küçük hem büyük göstermeyi tercih ediyor.

Kadının tarif ettiği o küçük dünya içinde mutlu etmeye çalıştığı çocuğa yıllardır söylediğinin yalan olduğunu itiraf edip gerçeği anlatma çabası (“Jack, dünya çok büyük. O kadar büyük ki inanamazsın. Bu oda onun sadece kokuşmuş bir parçası”) ve bunun o odadan kurtulmaları için kadının yaptığı planının gerçekleşmesinin tek yolu olması filmin ilk yarısına önemli bir gerilim duygusu katıyor. Kaçış bölümü de mizanseni ve küçük çocuğun -Jacob Tremblay’ın başarılı performansı ile daha da somutlaşan- korku ve mücadelesi ile benzer bir başarıya sahip. Bu bölümden sonra hikâyenin ikinci yarısı başlıyor ve kadının ve özellikle çocuğun yeni hayatlarına uyum sağlama çabasını izliyoruz. Genel olarak ticarî sinema ve Hollywood’a daha uygun bir içerik ve biçimi olan bu yarıda hikâye çekiciliğini temel olarak iki temadan alıyor: Çocuğun babasının kimliğinin neden olduğu rahatsızlık ve -daha da önemli olarak- kadının çocuğun doğumundan sonra yaptığı tercih. Bunların birincisini fazlası ile ve beklenenden pek sapmadan (bu nedenle özel bir başarı da sağlayamadan) kullanan film, ikincisini daha iyi değerlendirme fırsatını ise ıskalamış gibi görünüyor.

Finalini iyi bağlayan ama sembolik bir mesaj vermeden de duramayan (Kapısı kapanırsa orası “oda” olacağı için kapıyı kapatmama veya “odaya veda” vs.) film iyi çekilmiş, iyi oynanmış ve hedefini yakalamış görünen bir çalışma. Çocuğun aklından geçenleri onun sesinden dinlediğimiz bölümlerin romanın yazı dili kadar etkileyici olamayan bir şekilde karşımıza gelmesi eleştirilebilir ama yine de burada belli bir etkileyiciliğin yakalandığını söyleyebiliriz rahatlıkla. Görüntü yönetmeni Danny Cohen’in çocuğun gözünden veya bizim gözümüzden görünmesine göre odayı büyük veya küçük kılabilen kamera çalışmasının da dikkati çektiği film hikâyenin ilk bölümünün sağladığı olanağa rağmen ucuz bir korku veya gerilim hikâyesine dönüşmemesi ile de takdiri hak ediyor.

(“Gizli Dünya”)

(Visited 150 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir