The Little Stranger – Lenny Abrahamson (2018)

“Bu evde bizden nefret eden bir şey var”

Çağrıldığı ve eski görkemini yitirmiş bir malikânede tuhaf şeylerle karşılaşan bir doktorun hikâyesi.

Galli yazar Sarah Waters’ın 2009 tarihli aynı adlı romanından uyarlanan, senaryosunu Lucinda Coxon’un yazdığı ve yönetmenliğini Lenny Abrahamson’un üstlendiği bir İrlanda, Birleşik Krallık ve Fransa ortak yapımı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, kaybolan gelirleri nedeni ile artık bakımını yapamadıkları çok büyük bir malikânede yaşayan bir anne ve iki çocuğunun hikâyesi üzerinden İşçi Partisi hükümetinin koyduğu yüksek vergilerin neden olduğu ekonomik ve sosyal değişimleri anlatmak için romanını yazmaya başlayan Walters daha sonra bu romanı bir hayalet ve korku hikâyesine dönüştürmüş. Lenny Abrahamson’un seyirciden pek ilgi görmeyen ve bunda muhtemelen bir korku filmi olarak korkutmaya öncelik vermeme tercihinin rolü olduğu film, eleştirmenlerden genellikle olumlu, hatta kimilerinden çok olumlu eleştiriler almış. Hortlaklardan tekinsiz eve kadar kimi korku filmi unsurlarını barındırsa da, Abarahamson bir sınıf hikâyesi anlatıyor aslında ve sondaki sürprize seyirciyi akıllıca hazırlıyor. Dikkatle ve başlarda bir parça sabırla seyredilmesi gereken film bu çabanın karşılığını kesinlikle veren ve Britanya toplumundaki sınıf ayrımları ve mücadelesi üzerine hiç beklenmedik bir şekilde net bir sözü olan bir çalışma. Sineması zaman zaman bir parça kuru ve soğuk görünüyor ama bu yönetmenin bilinçli bir tercihi ve korku filmi seyretmek isteyenleri tatmin etmesi zor olsa da, sonuç kesinlikle ilgi çekici.

Doktor Faraday’ın çağrıldığı malikâne eski görkemli günlerini çoktan geride bırakmış, büyük bir kısmı kullanılmayan ve tek bir çalışanı olan bir evdir. Burada anne, kızı ve savaştan sakat ve yüzü deforme olmuş olarak dönen oğlu vardır sadece ve hasta olan evin genç hizmetçisidir. Muayenesinde genç kızın yalan söylediğini anlar doktor ve bunun nedeninin hizmetçinin evden gitmek isteği olduğunu öğrenir. Doktorun kendi annesi de yıllar önce orada hizmetçi olarak çalışmıştır. Film ardından zaman zaman anlatıcı olarak kullandığı doktorun sesi ile geçmişe dönüyor ve malikânenin görkemli günlerindeki bir parti sahnesine geçiyoruz. Doktor bir çocuk olarak o malikânenin kendisini nasıl büyülediğini anlatıyor ve bu sahne “evin içine girebilmek” ve “fotoğraf çekimi” anları ile ilk sınıfsal değinmeleri içeriyor. Fotoğraf çekimindeki küçük kız o gece hasatalanmış ve kısa sürede ölmüştür. Şu anda evde yaşayanlar o kızın annesi ve kendisinden sonra dünyaya gelen biri kadın biri erkek iki kardeşidir.

Hikâye akıllıca bir tavırla evde yaşayan üç kişiyi farklı sorunları ve travmaları olan kişiler olarak getiriyor önümüze. Anne yitirilen görkemin ve ölen çocuğunun travmasını hep içinde taşımaktadır; üstelik oğlu da savaştan ruhsal ve fiziksel olarak yaralanarak dönmüştür. Üzerinde ailenin gittikçe kötüleşen maddî durumunun yükü de olan genç adam ve “evde kalmış” ablası ile birlikte aile bir çöküşün eşiğindedir. Film merak duygusunu ilk kez genç hizmetçinin evden kurtulma isteği ile, ardından da evin erkeğinin doktora söylediği “İçimde kötü bir his var, çok kötü bir şeyler olacak. Tanrı aşkına, siz de hissetmiyor musunuz?” sözleri ile uyandırıyor. Evde birkaç komşu için verilen davetteki huzursuzluk havası ve o gece yaşanan trajik bir olayla film merak ve tedirginlik dozunu artırmaya başlıyor.

Özellikle doktoru canlandıran Domhnall Gleeson’ın oyununda somut karşılığını da bulan bir “durgun melankoli”si var filmin. Yönetmen hemen hiçbir sahnede seyirciyi korkutmaya veya hatta herhangi bir duygu uyandırmaya çalışmıyor. Annenin evde tuhaf şeyler yaşadığı sahne dışında Abrahamson hikâyeyi akışına bırakmış gibi görünüyor ki onun bu tutumu bir korku filmi bekleyenleri hayal kırıklığına uğratabilir; oysa böyle yaparak daha zor olanı seçmiş yönetmen ve tam bir gerçekçi hava yakalayarak bizi dolaylı bir huzursuzluğun ortasına bırakıvermiş. Finaldeki sürprize ise bizi genel olarak hayli ustaca diyebileceğimiz bir şekilde götürüyor yönetmen. İlk diyaloglardan başlayarak, finalden sonra daha fazla anlamlandıracağımız ve o nedenle doğal olarak daha etkili olan imalarla bizi gerçeğin keşfine hazırlıyor hikâye.

Bir sınıf nefreti ile örülmüş olan hikâyede daha önce de Abrahamson ile çalışmış olan Stephen Rennicks’in doğru bir atmosfer oluşturan müziği filme önemli bir katkı sağlamış ve bu “küçük ve durgun” (belki özellikle ik yarısında, gereğinden fazla) hikâyeye çekicilik katmış. Domhnall Gleeson’ın performansı da tıpkı hikâyenin kendisi gibi durgun ama film sona erip seyrettiğinizi değerlendirdiğinizde oyuncunun doğru bir tonda oynadığını fark ediyorsunuz ve içindeki fırtınayı dizginleyen karakterinin o fırtınanın dışarı çıkmasına engel olamadığı anlarının gücünü daha fazla hissediyorsunuz. Anneyi oynayan Charlotte Rampling, senaryo kendisine pek bir yük yüklemese de, tecrübesi ile yakaladığı doğru oyunculuk biçimini hiç aksamadan sergilerken, onun çocuklarını canlandıran Ruth Wilson ve Will Poulter da üzerlerine düşeni gerçeklik duygusunu hep koruyarak yerine getirmeyi başarıyorlar.

Filmin seyirci nezdinde yeterince ilgi görmemiş olması bir parça beklenebilecek bir durum ve asıl mesele o değilmiş gibi yaparken, sınıf farklılığını ve bunun doğurduğu öfke birikimini gündemine alması tek başına değerli kılmaya yetmez elbette bu filmi. Abrahamson’un filminin burada başardığı bu meseleyi sömürmeden ele alması; bir korku hikâyesinin kolayca etkileyecek klişelerinden uzak durarak, korku yerine merak ve huzursuz ediciliği koyması ve sınıf farklarının yaratacağı trajedilerin bir örneği olabilecek bir hikâyeyi dürüstlükle ele alması. Doğaüstü bir şeylerin olup olmadığı konusunda doğru düzeyde bir belirsizlik yakalayan filmde Ole Bratt Birkeland’ın görkemli evin hâli üzerinden bir nostaljiyi, yitirilen görkeme duyulan özlemi ve kaçınılmaz çöküşün yansımasını yakalayan ve her kareye sindiren, “kahverengi”nin ağır bastığı görüntü çalışması da hayli başarılı.

Daha fazlasını bekleten ve bu açıdan zaman zaman fazla küçük görünen bir film çekmiş Abrahamson ama sonuç gotik olarak tanımlanabilecek bir türün kesinlikle ilgiyi hak eden örneklerinden biri olmuş. Evet, senaryo sınıf meselesini karakterlerle ve yaşadıkları ile daha güçlü bir etkileşim içinde gösterebilirmiş ve bir parça daha dinamik olabilirmiş anlatım ama yine de filmin ilginçliğini değiştirmiyor bu durum.

Room – Lenny Abrahamson (2015)

“Önce oda var. Sonra uzay, tüm televizyon gezegenleri orada. Sonra da cennet. Bitki gerçek ama ağaçlar değil. Örümcekler ve bir keresinde kanımı even sivrisinek gerçek. Sincaplar ve köpekler gerçek değil, sadece televizyon onlar; Şanslı hariç, o benim köpeğim ve bir gün gelebilir. Canavarlar gerçek olamayacak kadar büyük, deniz de öyle. Televizyon insanları yassı ve renklerden yapılma. Ama sen ve ben gerçeğiz. Yaşlı Nick, o gerçek mi bilmiyorum. Belki yarı gerçek…”

Bir adamın yedi yıl boyunca küçük bir odada kapalı tuttuğu bir kadın ve çocuğunun hikâyesi.

Senaryosunu kendi romanından Emma Donoghue’nin yazdığı bu ABD, Birleşik Krallık, Kanada ve İrlanda ortak yapımının yönetmenliğini Lenny Abrahamson üstlenmiş. Donoghue’nin roman henüz yayınlanmadan senaryosunu hazırladığı film kabaca iki ana bölümde anlatıyor hikâyesini: Kadın ve çocuğunun tutsaklık günleri ve kurtuluştan sonra yaşananlar. Her iki bölümünde de ortalamanın üzerinde bir seviyeyi tutturduğu rahatlıkla söylenebilecek film hikâyesini akıcı ve çekici bir biçimde anlatmayı başarıyor ve kendisini ilgi ile seyrettiriyor. Bağımsız bir yapım olmasına rağmen özellikle ikinci yarısında zaman zaman ticarî sinemanın kalıplarına bürünen ve bunun artı ve eksilerini aynı anda barındıran çalışma, anneyi oynayan Brier Larson’un Oscar’ı kazanmasını sağlayan performansı ve küçük oyuncusu Jacob Tremblay’ın -8 yaşında olmasına rağmen 5 yaşındaki bir karakteri canlandırmasının da avantajı ile- hiç aksamayan ve etkilemeyi başaran oyunculuğu ile de ilgiyi hak ediyor.

Merak uyandıran bir girişle başlıyor film. Belirsiz bir içeriği olan bu görüntülerin yedi yıldır süren bir tutsaklığı anlattığını sonradan anlayacağız. Sağlıksız görüntüleri olan bir kadın ve uzun saçı nedeni ile önce kız olduğunu düşündüğümüz, beş yaşında bir çocuk eski ve yıpranmış bir durumu olan bir oda içindeler ve aralarında da keyifli bir ilişki var. Kadının ve çocuğun kimlikleri, neden orada oldukları ve çocuğun neden bir gardırobun içinde yattığını hikâyenin başlarında öğreniyoruz ve bu bilgiye kavuştuktan sonra filmin ilk yarısında kadının oğlu ve zaman zaman yanlarına gelen “yaşlı Nick” ile olan ilişkilerine ve odadan kurtulma çabasına tanık oluyoruz. Odanın küçüklüğü ve iki karakterin son yedi yıllarının (çocuğun doğumundan beri üstelik) orada geçmesi beraberinde doğal bir klostrofobi atmosferi getiriyor ve yönetmen Lenny Abrahamson’un en önemli başarılarından biri bu atmosferi dozunda kullanması ve zorlama bir gerilim üretmemeye çalışmaması bundan. Bu çok doğru bir tercih; çünkü ne kadar küçük olursa olsun burası anne ve oğlulun dünyası ve klostrofobiden boğulacakları bir dünyada hayatta kalamazlardı. Bundan daha önemli olan neden ise çocuğun bildiği tek dünyanın bu oda olması sadece. Annesinin mecbur kalarak yalan söylediği üzere bir tek burası var, bir de -odadaki çatı penceresinden görünen- uzay ile “televizyon gezegenleri”. Bir başka ifade ile söylersek; oda ve içindekiler gerçek, televizyonda gördükleri gerçek değilken odaya arada girip çıkan Nick yarı-gerçektir. Tüm algısı bununla sınırlanan çocuğun bulunduğu odada klostrofobi hissetmesi gerçekçi olmazdı ve film tam da bu nedenle odayı hem küçük hem büyük göstermeyi tercih ediyor.

Kadının tarif ettiği o küçük dünya içinde mutlu etmeye çalıştığı çocuğa yıllardır söylediğinin yalan olduğunu itiraf edip gerçeği anlatma çabası (“Jack, dünya çok büyük. O kadar büyük ki inanamazsın. Bu oda onun sadece kokuşmuş bir parçası”) ve bunun o odadan kurtulmaları için kadının yaptığı planının gerçekleşmesinin tek yolu olması filmin ilk yarısına önemli bir gerilim duygusu katıyor. Kaçış bölümü de mizanseni ve küçük çocuğun -Jacob Tremblay’ın başarılı performansı ile daha da somutlaşan- korku ve mücadelesi ile benzer bir başarıya sahip. Bu bölümden sonra hikâyenin ikinci yarısı başlıyor ve kadının ve özellikle çocuğun yeni hayatlarına uyum sağlama çabasını izliyoruz. Genel olarak ticarî sinema ve Hollywood’a daha uygun bir içerik ve biçimi olan bu yarıda hikâye çekiciliğini temel olarak iki temadan alıyor: Çocuğun babasının kimliğinin neden olduğu rahatsızlık ve -daha da önemli olarak- kadının çocuğun doğumundan sonra yaptığı tercih. Bunların birincisini fazlası ile ve beklenenden pek sapmadan (bu nedenle özel bir başarı da sağlayamadan) kullanan film, ikincisini daha iyi değerlendirme fırsatını ise ıskalamış gibi görünüyor.

Finalini iyi bağlayan ama sembolik bir mesaj vermeden de duramayan (Kapısı kapanırsa orası “oda” olacağı için kapıyı kapatmama veya “odaya veda” vs.) film iyi çekilmiş, iyi oynanmış ve hedefini yakalamış görünen bir çalışma. Çocuğun aklından geçenleri onun sesinden dinlediğimiz bölümlerin romanın yazı dili kadar etkileyici olamayan bir şekilde karşımıza gelmesi eleştirilebilir ama yine de burada belli bir etkileyiciliğin yakalandığını söyleyebiliriz rahatlıkla. Görüntü yönetmeni Danny Cohen’in çocuğun gözünden veya bizim gözümüzden görünmesine göre odayı büyük veya küçük kılabilen kamera çalışmasının da dikkati çektiği film hikâyenin ilk bölümünün sağladığı olanağa rağmen ucuz bir korku veya gerilim hikâyesine dönüşmemesi ile de takdiri hak ediyor.

(“Gizli Dünya”)

What Richard Did – Lenny Abrahamson (2012)

What Richard Did“Biliyorsunuz, biliyorum. Biliyorsunuz ve konuşmayarak kalbimi kırıyorsunuz”

Örnek bir gencin, yaptığı bir hata nedeni ile hayatının altüst olmasının hikâyesi.

İrlanda yapımı olan ve 2013’te İstanbul Film Festivali’nde Altın Lale ödülünü kazanan filmi Kevin Power’ın 2000 yılında Dublin’de yaşanan gerçek bir olaydan esinlenen “Bad Day in Blackrock” adlı romanından Malcolm Campbell uyarlamış sinemaya ve yönetmenliğini Lenny Abrahamson üstlenmiş. Sporculuğu, ailesi ve arkadaşları ile ilişkileri, ve güçlü ve lider karakteri ile örnek konumundaki bir gencin yaptığı bir hata üzerinden gelişen hikâyeyi yalın ama etkileyici bir dil ile anlatıyor Abrahamson ve baş oyuncusu Jack Reynor’un karakterine çok iyi oturan oyunu ile de kesinlikle etkileyici olmayı başarıyor film. Sıklıkla işaret edildiği gibi Ingmar Bergman filmlerinin havasını taşıyan çalışma, gerçekçi anlatımı ile de dikkat çeken, belki -en azından kimileri için- bir parça yavaş ilerleyen ve bir olayın analizinden çok bu olayın karakterler üzerindeki etkisinin analizine odaklanması ile görülmeyi hak eden bir eser kesinlikle.

Başarılı bir rugby oyuncusu, ailesi ile çok iyi bir ilişkisi var, arkadaşları arasında doğal bir lider ve yardımseverliği ve efendiliği ile güvenilir bir genç… İşte bu genç adamın kapıldığı bir kıskançlık sonucu işlediği ve hayli trajik bir sonucu olan hatanın sonuçlarına bakıyor film temel olarak. Bir başka film, bu olayın kendisine ve hatta işin polisiye yanına eğilecekken, filmimiz bunun değil baş karakterinin nerede ise varoluşsal diyebileceğimiz dramının peşine düşüyor. Her zaman doğru olanı yapan, 18 yaşındaki bir gencin kolayca yapabileceği tuzaklara asla düşmüyor gibi görünen genç bir adamın telaş edilmeden ve onu iyice tanımamızı ve anlamamızı sağlayacak şekilde ve kesinlikle gerçekçi bir dille anlatılan hikâyesi bu. Atmosferinin (hem hikâyesi açısından hem de görsel dili ile) İskandinav filmlerini çağrıştırdığını ve bu bağlamda akla elbette Bergman’ı getirdiğini de söylemek gerekiyor. Bergman’ın yaşadığı Fårö adasında çektiği filmlerindekine benzer bir şekilde, kahramanımızın ailesinin sahildeki evinde geçen sahneleri olan film, suçluluk duygusu, “günah”, pişmanlık gibi kavramlar üzerine dramını adım adım inşa ediyor adeta ve kimi hayli parlak sahneleri karşımıza getirerek ilerliyor. Örneğin genç adamın babasına itiraf sahnesi, mizanseni, iki oyuncunun (Jack Reynor ve Lars Mikkelsen) performansları ve öfke, korku, hayal kırıklığı ve çaresizlik dolu bir ânı karşımıza hayli etkileyici bir dil ile getirebilmesi ile çok başarılı kesinlikle.

Stephen Rennicks’in çoğunlukla piyanonun öne çıktığı müziği ve David Grennan’ın “karanlık” bir hikâye ile çekici bir zıtlık yaratan başarılı görüntülerinden sağlam bir destek alan film, dikkatli seyredildiğinde öne çıkacak kimi göndermeleri ile de önem taşıyor. Zengin bir aileden gelen baş karakterimizin Protestan, onun kıskançlığının kurbanı olan gencin Katolik ve orta gelirli olması, gencin içine düştüğü mutsuzluğun önce suçluluk duygusundan kaynaklandığını hisssettirmesi ama sonra bu hissi sorgulatacak bir şekilde, mutsuzluğun asıl kaynağının kendi geleceği için duyduğu endişe olduğunu düşündürtmesi ve belki daha da genel olarak suç ve ceza kavramlarını seyirciye sorgulatması filmin dikkat çeken yanlarından birkaçı sadece. Filmin nispeten kısa süresinin hikâyenin bu tür “felsefî” unsurları için yeterli olmadığı açık ve o nedenle çok da derinlere ilerleyemiyor anlatılanlar ama yine de önemli filmin gündeme getirmeye çalıştığı tüm bu temalar.

Seyrettiğimiz hikâyenin bir parça basit ve tanıdık olduğu ve zaman zaman anlatımda bir enerji eksikliği hissedildiği açık ama yine de film bu problemlerin etkisini asgaride tutmayı başarıyor ve “sıradan” görünümlü sahnelerinde (partiler, deniz kenarındaki evde geçen tüm sahneler vs.) ve özellikle mizanseni aracılığı ile, hiçbir somut ipucu vermeden yaklaşan bir felaketi hissettirmekteki başarısı ile bu kusurlarını affettirebiliyor. Kilisedeki cenaze töreni sırasında, oğlunu kaybetmiş olan annenin sessizliğe verdiği tepki ise zor zamanlarda sessiz kalanların suskunluğunun kötücüllüğü üzerine dokunaklı bir sahne olarak yerini alıyor belleklerde. Hüzün kelimesinin hayli yakıştığı bir sinema dili ile anlatılan film kesinlikle görülmeyi hak ediyor.

(“Ne Yaptın Richard?”)