Running with Scissors – Ryan Murphy (2006)

“Sanırım anlatmaya nereden başladığımın bir önemi yok; nasıl olsa kimse inanmayacak bana”

Alkolik bir baba ve psikolojik sorunları olan bir annesi olan çocuğun annenin psikiyatristi tarafından yetiştirilmesi ile gelişen olayların hikâyesi.

Amerikalı yazar Augusten Burroughs’un anılarını içeren aynı adlı kitabından filmin yönetmenliğini de üstlenen Ryan Murphy tarafından senaryolaştırılarak sinemaya aktarılan bir hikâye. Bu garip karakterlerle dolu olan garip film, hikâyenin başında anlatıcı rolünü üstlenen baş karakterin de (Joseph Cross tarafından canlandırılan Burroughs) belirttiği gibi kimsenin inanmayacağı bir hikâyeye sahip; sinema için bile garip olan bir hikâyeye. Filmin hem gücü hem de zayıflığı da tam burada yatıyor; gariplik film karşısında ne yapmanız gerektiği konusunda da kararsız bırakıyor seyrederken sizi.

Gerçekliği tartışılmayan, hatta filmde anlatılan psikiyatrist baba ve ailesi tarafından gerçekleri saptırdığı iddiası ile mahkemeye de verilen kitap, yazar ile aile arasındaki yasal uzlaşmanın sonucu olarak yine de bir anı eseri olarak yayınlanabildiğine göre karşımızdaki gerçekten de olan biteni anlatıyor. 1970’lerde bir çılgın ailenin hikâyesi karşımızdaki ve sadece bu aile değil, filmdeki tüm karakterler bu çılgınlığın (veya başka bir ifade ile garipliğin) bir şekilde parçası hikâyeye göre. Kitabın/filmin orijinal adının da vurguladığı gibi tüm karakterler uç noktalarda yaşıyor. Yavaş yavaş depresyonun uç noktalarına doğru ilerleyen, yazdığı şiirleri yayınlatamayan ve içindeki farklı cinselliği keşfetmeye başlayan bir anne (Annette Bening), alkolik ve öfkeli bir baba (Alec Baldwin) ve onlarla yaşamaya çalışan bir eşcinsel genç (Cross). Bu eşcinsel gencin evlatlık verildiği annesinin psikiyatristi (Brian Cox) ise tedavilerinde sıradışı yöntemler kullanan ve göründüğü kadarı ile kimseye bir faydası olmadığı gibi aksine hastalarını daha da kötüleştiren bir doktor. Doktorun kimse tarafından saygı görmeyen, ezik ve kendini ailenin bakımına adamış eşi (Jill Clayburgh) ve birbirinden garip iki kızı (Evan Rachel Wood ve Gwyneth Paltrow) ve bu arada doktorun evinde veya etrafında yaşayan hastalar. Bunlardan özellikle Neil Bookman karakteri (Joseph Finennes) baş kahramanımızın girdiği eşcinsel ilişki (Neil 33, gencimiz ise sadece 13 yaşında) ile hikâyenin onlarca garip parçasından da birinin sahibi. Peki tüm bu gariplikler 70’li yılların pop şarkıları (Elton John’dan Al Stewart’a, 10cc’den Nat King Cole’a uzanan bir ünlüler listesi söz konusu) eşliğinde anlatılırken sinemasal olarak ne görüyoruz karşımızda?

Tek bir sağlıklı ve mutlu karakterin olmadığı bir filmin seyredilebilirliğinin baş koşullarından biri sinemasal gücü olsa gerek. Oysa Ryan Murphy’nin sineması böyle bir gücü hissettiremiyor seyircisine. Kendisi de eşcinsel olan ve ABD televizyonlarında eşcinsel karakterlerin ön plana çıktığı nadir müzikal komedilerden biri olan “Glee” adlı televizyon dizisinin yaratıcılarından biri olan Murphy, baş karakterinin eşcinselliğini bile yeterince iyi işleyememiş ve onun çocuk yaşında girdiği bu sömürü dolu ilişkisi ile ne yapacağını bilememiş gibi görünüyor. Benzer şekilde etrafındaki tüm karakterlerin hayatına tuhaf bir profesyonellikle yön veren ve bazen seyredip bazen müdahale eden psikiyatrist karakterinin adeta insanlıkla dalga geçen “alaycı ve kötücül Tanrı” özelliğini de yeterince öne çıkaramayarak bence ciddi bir fırsatı da kaçırmış. Bun karşılık film özellikle Bening, Cross ve Fiennes ile oyunculuk açısından hayli üst seviyelerde seyrediyor ve karakterlerinin garipliklerinin altından ortaya çıkarmayı başarabildikleri oyunculukları ile bu isimler filme cazibe katıyorlar. Özellikle Fiennes’in Neil Bookman karakteri başlıbaşına ayrı bir film konusu olabilecek kadar çekici sinemasal açıdan.

70’li yıllarda muhafazakâr düzeni ayakta tutan tüm değerlerin liberal bakışın saldırısı altında olduğu Amerikan toplumunda sorunlarını (öfkesini örneğini) yönetmeyi değil dışarı salmasını öğütleyen psikiyatristlerin bir örneğini teşkil etttiği garipliklerin birbiri peşisıra önümüze getirildiği filmin hikâyesinin derdi ne diye düşünmemek elde değil film boyunca. Karakterlerimize (hemen tümüne) acıma hissi ile mi yaklaşıyor, yerini kaybetme veya yerini zaten baştan hiç bulamamış olma duygularının sonuçlarını mı sergiliyor yoksa baş edilemeyeceği anlaşılan sorunlarda vazgeçmeyi ve yeni bir hayat denemeyi mi öğütlüyor ya da tüm bunları ve daha başka bir çok şeyi mi söylüyor bilmiyorum ama arada yarattığı benzersiz birkaç sahne dışında film kendi yarattığı tuhaflığın sanki altında kalmış gibi görünüyor. Annenin barda eski kocası ile karşılaştığı sahne veya gencin annesini terk ettiği sahne örneğin, hayli etkileyici bölümler ama bu sahneler de filmin yeterince başarılamamış kara komedisi ve işte tüm o tuhaflıkları içinde kayboluyorlar. Yine de film başta oyunculukları ile olmak üzere ve ardı ardına gelen tuhaflıklarının (karakterleri ve olan bitenleri) zaman zaman başarılı bir Wes Anderson filmini çağrıştırması ile ilgi çekebilir.

(“Elde Makas Koşmak”)

(Visited 46 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir