Scarlet Street – Fritz Lang (1945)

“Bir insan nasıl bu kadar aptal olabilir! Seni ilk gördüğüm günden beri yüzüne gülmek için bekliyorum. Çirkinsin, yaşlısın ve senden iğreniyorum. İğrençsin, iğrenç, iğrenç!”

Orta yaşlı mutsuz bir adamın, âşık olduğu genç kadın ve kadının nişanlısı tarafından zengin olduğu düşünülerek oyuna getirilmesinin hikâyesi.

Fransız yazar Georges de La Fouchardière’in “La Chienne” adlı romanından ve André Mouëzy-Éon’un bu romandan yola çıkarak yazdığı tiyatro oyunundan yapılan bir uyarlama. Aslında 1931’de Fransız yönetmen Jean Renoir aynı romandan kitapla aynı adı taşıyan ve hayli başarılı bir film çekmişti; dolayısı ile Fritz Lang’ın yönettiği ve senaryosunu Dudley Nichols’ın yazdığı bu film bir bakıma -Lang’ın bu filminden hiç hoşlanmadığını söyleyen- Renoir’ın eserinin bir yeniden çekimi olarak da görülebilir. Sinemada daha çok sert adam ve gangster rolleri ile tanınan Edward G. Robinson’ın çok farklı bir karakteri başarı ile canlandırdığı film öncelikle hikâyesinin çekiciliği ve onca farklı yalan ve oyunu içermesine rağmen aksamayan senaryosu ile önemli bir Hollywood klasiği. “Şehvet kurbanı” olan bir adamın hikâyesini karanlık bir gerilim atmosferinde anlatırken ilginç bir biçimde eğlenceli de olmayı başaran film Lang’in usta hikâye anlatıcılığından bolca nasiplenen ve ilgiyi hep diri tutmayı bilen bir çalışma. Finalinde dönemin Amerikan değerlerine ve sansürüne boyun eğmek gibi önemli bir kusuru olan film (buna rağmen birkaç şehirde yerel yetkililer tarafından yeterince ahlâki bulunmadığı için yasaklanmış bir süre) başarılı Hollywood yapıtlarından biri olarak ilgiyi hak ediyor.

Film Edward G. Robinson’ın canlandırdığı Christopher Cross karakterini tanıtarak başlıyor. Bir şirkette kasadan sorumlu olarak çalışan, işine ve patronuna büyük bir sadakati olan, evli ve mutsuz, amatör olarak resim yapan, yalnız ve ezik bir adamdır Chris. İlk sahnede onun doğum günü için patronu tarafından düzenlenen ve kendisine köstekli bir saatin hediye edildiği partiyi görüyoruz. Kendi mutsuzluğu ile genç bir metresi olan patronunun mutluluğunu karşılaştıran ve kendisine acıyan adam evine dönerken bir erkeğin genç bir kadını hırpaladığını görür ve olaya müdahale eder. Genç kadın Kitty (Joan Bennett), onu döven ise nişanlısı Johnny’dir (Dan Duryea) ve bu ikisi kahramanımızın kadına karşı olan ilgisini kullanarak ve bir yanlış anlamanın (ve bir yalanın) sonucu olarak adamı zengin zannederek ondan para sızdırmak için oyun düzenlerler. Özetle söylemek gerekirse karşılıklı yalanların söylendiği, orta yaşlı bir mutsuz adamın bir genç kadının şehvetine kapılarak düştüğü tuzağı ve bunun sonuçlarını izlediğimiz bir hikâye bu. Sadece bir yıl önce Fritz Lang yine Robinson, Bennett ve Duryea üçlüsü ile “The Woman in the Window” adında benzer bir hikâye anlatmış ilginç bir şekilde.

Edward G. Robinson’ın başarılı performansının yardımı ile film bizi gerçekçi bir şekilde hikâyenin kahramanının yaşayacaklarına hazırlıyor öncelikle. Adamın derin mutsuzluğu ve berbat evliliğini (“Hiç çıplak kadın görmedim!”), genç metresi nedeni ile zengin patronunu kıskanmasını ve yalnız hayatını çok iyi anlatıyor bize Fritz Lang ve sonradan olacakları normal ve hatta olması gereken olarak görmemizi sağlıyor. Filmin en önemli başarılarından biri söylenen onca yalana, hemen her karakterin türlü oyunlarına ve tesadüflere karşın hikâyenin zorlama görünmemesini sağlaması. Her biri yeni gerilim, yeni bir heyecan yaratan bu oyunlar üç ana karakterin tüm hırslarını, arzularını ve zayıflıklarını ortaya koyarken seyirciyi eğlendiriyor da üstelik. Buradaki eğlence bir güldürmeyi değil, ilgi çekmeyi ve tanık olunan aptallıklara şaşırtmayı içeriyor ve filmin de önemli kozlarından biri. Robinson’ın sinemadaki onca sert adam rollerinin yanında çok farklı bir karakter burada çizdiği ve bu karakterin bir yandan kurban bir yandan da söylediği yalanla oyunların başlatıcılarından biri olmasını ilgi ile izletiyor tüm hikâyesi boyunca.

Bir sevginin, tutkunun kurbanı olan tek kişi değil Christopher; Kitty de nişanlısına olan ve hırpalandığında, azarlanıldığında ve kullanıldığında bile azalmayan tutkusu ile hikâyedeki bir diğer şehvet kurbanı. Bir iki kısa öpüşme dışında hiçbir görüntüsünün yer almamasına rağmen cinselliği de odağı yapan hikâye cinselliğe erişme arzusu ve eksikliğinin sonuçlarını çok iyi sergiliyor ve gösterime girdiğinde karşılaştığı bazı sansür uygulamalarını da “anlaşılır” kılıyor. Hikâyeye zarar veren ahlâki finale yol açan bir diğer sansür ise dolaylı ve dönemin gereği olarak ortaya çıkan bir oto-sansür aslında ve buna rağmen yeterli bulunmamış filmin finali muhafazakârlarca. Bunun arkasında yatan ise suçun ve suçlunun cezasını verenin devlet (ve polis) olmaması! Bir filmden ahlâk mesajı vermesi beklentisinin sonucu bu anlayış kuşkusuz ve burada da bu beklentinin kısmen de olsa karşılanması bile yetmezken kimilerine, filme de finali nedeni ile pek de önemsiz olmayan bir zarar veriyor. Sanki hikâye bittikten sonra, bir mesaj kaygısı ile yazılmış gibi duruyor son bölümler ve yadırgatıyor o zamana kadar ilgi ile izlenen hikâye.

Filmde biri bir birey diğeri devlet eli ile işlenen iki cinayet var ve birincisinin faili değil ama kurbanı üzerinden de -yine eğlenceli olduğunu söylememizi gerektirecek bir şekilde- şaşırtıyor hikâye bizi. “Femme fatale”ın aynı zamanda kurban da olduğu hikâyede pedikür sahnesi ve buradaki kelime oyunu kara film türünün klasiklerinden biri ve taraflardan birinin acınası hâli nedeni ile hayli trajik de aynı zamanda. İhaneti öğrenen eşin tepkisi, eski kocanın ortaya çıkmasından sonra yaşananlar, takılan plaktan aralıksız gelen “Love… love… love… love…” sesi ve sanat eleştirmeni ile kadının sahneleri gibi hayli başarılı ve keyif veren bölümleri ile bu iyi kurgulanmış hikâye herkesin hem kurban hem suçlu olması ile kesinlikle başarılı. Fritz Lang usta bir yönetmen olarak, hikâyenin kendisine sunduğu potansiyeli çok iyi değerlendiriyor ve tanıkların tek tek konuştuğu sahnede olduğu gibi klasik anlatımdan uzaklaştığı sahneler de dahil olmak üzere filmin -deyim yerindeyse- su gibi akmasını sağlıyor. Keşke tüm o ahlâk derslerinden kurtulabilseymiş film ve sondaki vicdan azabı da o derece uzatılmasaymış!

Amatör ressam Chris’in resimleri hikâyenin akışında önemli bir yer tutarken, onun bir ressam olarak -kendisinin de kabul ettiği- perspektif eksikliği de bir metafor olarak dikkat çekiyor. Sonradan derin bir tutku ile bağlanacağı genç kadını ilk gördüğü sahnede olan biteni iyi değerlendirememesi ve daha sonra da onca emareye rağmen gerçeği anlayamaması da aynı perspektif yokluğunun sonucu olsa gerek. Joan Bennett’ın bilinen anlamda “femme fatale” olmaktan uzak kaldığı ama yine de karakterini ilgi çekici kılabildiği filmde Dan Duryea oldukça güçlü bir performans sunuyor ve görülmesi gerekli bir suçlu / kurban profili çiziyor. İronik anlatımı, yeni olmasa da farklı olmayı başaran ilginç hikâyesi, Fritz Lang’ın klasik sinemanın ustalarından biri olarak hiç aksamayan dili ve Milton Krasner’ın siyah-beyaz görüntü çalışması ile ilgiyi hak eden bir film bu özet olarak.

(“Kırmızı Fener”)

(Visited 188 times, 3 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir