Sen Türkülerini Söyle – Şerif Gören (1986)

“Allahaısmarladık. Her zaman alnınız açık, başınız dik olsun. Oğlunuz utanılacak hiçbir şey yapmadı”

12 Eylül darbesinde atıldığı cezaevinde yedi yıl kaldıktan sonra evine dönen bir adamın eski dava arkadaşlarını ziyaret etmesinin ve her şeyin değiştiğini anlaması ile yaşadığı hayal kırıklığının hikâyesi.

Senaryosunu Şerif Gören ve Turgay Aksoy’un yazdıkları, yönetmenliğini Gören’in üstlendiği bir Türkiye yapımı. “12 Eylül filmleri” olarak sınıflanabilecek sinema eserleri 1986’dan itibaren peş peşe çekilmeye başlanmış ve bu film de ilk örneklerden biri olmuştu. Uğrunda savaştığı ideallerin unutulduğu, Özal ve Evren liderliğinde hızla “liberalleşen” ülkede toplumcu ve dayanışmacı duyguların yerini bireyci ve rekabetçi anlayışa bıraktığı ve eski mücadele arkadaşlarının bu yeni düzene hızla uyum sağladığı bir dünyaya dönen bir politik mahkûmun şaşkınlığı, hayal kırıklığı ve anlama çabasını anlatan film konusu ile çok ilgi çekici ama -sinemanın video salgını nedeni ile içinde bulunduğu zor günlerin de etkisi ile- bu çekiciliği yeterince güçlü bir sinema dili ile değerlendirememiş bir çalışma. Yine de türünün ilk örneklerinden biri olan film Türkiye’nin politik tarihinde çok önemli bir dönemi anlatması, örgütlerin darbe öncesindeki üyelerinin 12 Eylül’den sonraki zorunlu / gönüllü tercihlerini sorgulatması ve daha iyi bir dünya inancını yitirmek / korumak üzerine farklı davranışları net bir eleştirel dille karşımıza getirmesi ile önemli ve ilgiyi hak eden bir film.

Çağdaş Türkü grubunun 1986 tarihli “Bekle Beni” albümünde yer alan ve sözleri Yaşar Miraç’a ait olan “Rami Kışlası” şarkısının eşlik ettiği görüntülerle başlıyor film ve elinde küçük valizi ile evine dönen bir adamı (Kadir İnanır) izliyoruz. Kapı ve pencerelerden uzanan, merak ve tedirginlik dolu yüzlerin izlediği adama babası hiç yüz vermezken, annesi sevgi ile karşılıyor ve “Sana bir kötülük yaptılar mı?” diye soruyor oğluna. Adı doğrudan dile getirilmese de, işkencedir annenin sorduğu ve hikâye boyunca tekrarlanan bir görüntünün de kanıtı olduğu gibi bu kötülük yapılmıştır oğluna. Oğluna çok öfkeli olan babanın “Hak etmiştir!” tepkisi sadece onun değil, darbeyi sevinçle karşılayan sıradan insanların düşüncelerinin dışavurumudur aslında. Film tahliye olan ve kısa bir süre sonra Konya’ya iki yıllığına sürgüne gönderilecek adamın ailesi ile ilişkilerini de ele alırken, asıl olarak onun eski örgüt arkadaşlarını ziyaretlerini, onların yeni hayatlarını anlamaya çalışmasını ve ideallerin nasıl darmadağın edildiğini şaşkınlıkla ve hüzünle gözlemesini anlatıyor.

Film müzikleri olarak Çağdaş Türkü’nün şarkıları kullanılmış. Yukarıda anılan “Rami Kışlası” dışında, “Uyanıyor Ankara” ve “Kenar Mahallede Bir Pazar Günü”nün de aralarında olduğu şarkılar hikâyenin genel havasına uygun ve “Rami Kışlası”ndaki “Malatyalı, Vanlı, Muşlu / Bir Ranzada Kurumuş Üçlü” dizelerindeki üç mahkûm bir diyalog ile sınırlı kalsa da hikâyenin parçası olmuşlar. Şarkılar güzel ve uygun ama bir film müziğinden çok hikâyenin politik içeriğine dolaylı ve dolaysız katkıları ile zaman zaman fazlası ile doğrudan görünen bir hava yaratıyorlar. Hayri adındaki kahramanımızın komşu bir evin açık olan penceresinden sürekli gördüğü ve seslerini duyduğu müzisyenler Çağdaş Türkü’nün elemanları mıdır bilmiyorum (jenerikte herhangi bir bilgi verilmiyor bu konuda) ama tekrarlanan bu görüntü bir parça boşta kalıyor filmin farklı ögeleri gibi. Örneğin filmin başında karşımıza çıkan ve sonda da tekrarlanan merak ve korku dolu komşu yüzleri hikâyenin geri kalanı ile örtüşmüyor; çünkü örneğin -kendisini tanıyan- mahalle esnafı oldukça sıcak davranıyor adama.

Film Çağdaş Türkü’nün şarkıları ile dönemin yabancı müziklerini kulanım şekli üzerinden bir mesaj verme gayretinde. Yabancı şarkılar filmin eleştirdiği ve hikâyenin kahramanının rahatsız olduğu ögelerle birlikte kullanılmış hep ve bir yozlaşmanın ve bozulmanın sembolü olarak değerlendirilmişler; Çağdaş Türkü’nün eserleri ise kahramanımızın mücadelesinin, tüm o yozlaşma ile zıt bir noktada duran değerlerini işaret ediyorlar bize. Bir parça kolay ve kaba bir yöntem bu elbette ve böyle bir toptan sınıflama doğru bir yaklaşım değil. Yabancı bir parçanın kullanıldığı mayolu reklam çekimi sahnesi de benzer bir probleme sahip. Kadın vücudunun ve cinselliğin sömürüldüğü reklamlara, dönemin “liberal” değerlerine bir eleştiri amacı taşıyor bu sahne ama filmin kendisini Sibel Turnagöl’ü benzer biçimde kullanmaktan kendisini alamamış görünüyor ne yazık ki. Filmin afişlerinden birinde oyuncunun benzer biçimde sergilenmesi bunun bir diğer kanıtı.

Ana karakterlerin bir kısmına onları canlandıran (Sibel Turnagöl, Şerif Gören, Tunca Yönder vs.) oyuncuların isimlerinin verilmesi ilginç bir tercih olmuş. Bu oyuncuların oynadıkları karakterlerle benzer bir hikâyeye sahip olduğu ima edilerek hikâyeye bir gerçekçilik mi eklenmek istenmiş bilmiyorum ama sonuçta Turnagöl’ün mankenlik geçmişi veya Yönder’in reklam yönetmenliği (her ne kadar Yönder reklam sektöründe 1970’lerden beri çalışıyor olsa da) bir gerçek ve bu da oyuncular açısından cesur bir adım olmuş; çünkü örneğin Turnagöl bir kadın olarak gerçek hayatta da sömürüldüğünü söylemiş oluyor bize filmin bu tercihi ile.

Yönder’in reklam yönetmeni olarak fular takması gibi klişeleri de olan filmin senaryosunun bazı tutarsızlıkları ve gerçekçlik problemleri var. Örneğin bir sahnede “eski solcu, yeni reklamcı” adam Hayri’ye “Bak, Hayri, dünya çok değişti” diyerek onun ahlakçılığını ve “kadının mal olmaması” gibi inançlarını anlamsız ve eski bularak eleştiriyor ama önceki sahnelerden birinde film bize aynı Hayri’yi hayat kadınları ile birlikte olurken gösteriyor (Hayri’nin bu sahnedeki rahatsızlığını yaptığı şeyin yanlış olduğuna inanmasına vermek zor) ve hatta kadınları arabalarına aldıklarında en ufak bir itirazı olmadığı gibi, Kadir İnanır’ın yüzünde de koca bir gülümseme görüyoruz o anda. Beyoğlu’nun o dönemdeki popüler “entel” mekânlarından biri olan Papirüs’ü ve eski solcu yeni reklamcı, iş adamı vs.nin her gece orada takılmasını gereğinden fazla ve bir parça klişe biçimde kullanıyor hikâye. Hayri’nin hapishane arkadaşının kendisine emanet ettiği mektubu karısına götürdüğü sahnede de kadının mektubu onun (daha önce hiç görmediği bir erkeğin) yanında açıp okuması o sahnenin dramatik etkisi için doğru olmuş ama elbette hiç gerçekçi değil.

Kahramanımızın dramının (trajedisinin çok daha doğru bir ifade olabilir aslında) ülkenin yeni düzeni içinde ne kadar ayrıksı kaldığını gösteren önemli ve acıtan bir sahnesi var filmin. Tüm akrabaların hoş geldin demek için evde toplandığı sahnede geçmiş olsun ve nasılsın sorularının yapaylığı yerlerini kısa sürede toplumun yeni düzeninin göstergesi olan konuşmalara bırakıyor. O yıllarda sinemalara büyük bir darbe vuran video akımı ile ilgili konuşmalar örneğin, Hayri’nin o sırada hâlâ kulaklarında yer alan işkence çığlıklarına eşlik ederken, bir akraba çocuğunun ona merhaba dememesi bir çocuk huysuzluğundan çok daha başka bir şeyi, adamın bu yeni dünyada bir hep bir “yabancı” olarak kalacağını işaret ediyor. Evet, bir yabancı olacaktır eğer eski 3 dava arkadaşının seçimlerini tekrarlayıp bu yeni dünyanın değerlerini benimsemezse. Bizimkinin rakı, çay ve gazoz içmeye devam ettiği, diğerlerinin viski ve martiniye geçiş yaptığı bir dünyadır bu ve ya boğun eğecek ya da yok olacaktır.

Hayri’nin kendisini ihbar ederek yakalanmasını sağlayan adamla ilk karşılaşma ânını (bu karşılaşmanın gerçekleştiği yer kilit bir öneme sahip davaya ihanetin şiddetini göstermesi açısından) ve daha sonra muhbirin kapıldığı korkuyu çok iyi anlatmış Şerif Gören ve benzer başarıyı başka sahnelerde de göstermiş. Örneğin reklamcı ile Hayri’nin sabahın erken saatlerinde deniz kenarındaki sessiz sahneleri bir tarafın hayal kırıklığını, diğer tarafın ise içinde bir şekilde hâlâ varlığını sürdüren vicdan azabını hissettirmesi ile çok etkileyici. Tüm final bölümü de hem bir hesaplaşma içermesi hem tüm ana karakterlerin seçimlerini açık biçimde sergilemesi ile filmin parladığı anlardan bir diğeri. Bu başarılarının yanında, senaryonun bazıları yukarıda anılan problemleri (eski kız arkadaşla neden gece kulübüne gidildiğinin hiçbir açıklaması yok örneğin, daha önemli bir sorun olarak Hayri’nin neden eski arkadaşları ile sürekli görüşmeye devam ettiğini açıklamıyor film ve eski kız arkadaş konusu da sahip olduğu potansiyele rağmen iyi değerlendirilemiyor vs.) zarar veriyor filme.

Sibel Turnagöl’ün vasat bir performans sergilediği filmde Kadir İnanır hiç aksamıyor ama tüm sahnelerinde yer aldığı filmde senaryonun ilginç bir biçimde ona güçlü fırsatlar sağlayamaması nedeni ile yeterince parlayamıyor. Sinemamızın ezelî ve ebedî sorunlarından biri olan güçlü senaryo ile ilgili sıkıntıları olsa da, İnanır karakterini gerçek kılmayı ve yakın tarihimizin sinemada yeterince anlatıl(a)mamış insanlarından birinin yaşadıklarını bize geçirmeyi başarıyor. Direnenleri, toplumcu düşünceyi ve dayanışmayı yok etmeyi ve yeni düzene uyumlu bireyler yaratmayı hedefleyen –ve bugün geldiğimiz noktaya bakıldığında bu konuda oldukça “başarılı” da olan- bir sistemin ezdiği insanları hatırlamak, daha adil ve eşit bir düzen için kendilerini feda edenleri anmak ve anlamak için de görülmeyi hak eden dürüst bir film bu. Sonuçta iktidar sahipleri ne derse desin, kendi türkülerimizi söylemeye devam etmemiz gerektiğini ve bunu yaptığımızda -Gezi’de olduğu gibi- nasıl bir güzellik yaratabileceğimizi hiç unutmamamız gerekiyor.

(Visited 1.077 times, 8 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir