Seninle Ölmek İstiyorum – Lütfi Akad (1969)

“O kadar uğraşmanın sebebi ne? Bana sokulmak için, değil mi? İnkâr etme, hadi. Geceden beri peşimdesin, niçin? Fırsatı iyi buldun, etrafta da kimse yok. Kaçamam, sesimi de duyan olmaz. Durmasana, saldırsana bana. Güzel bir eşya değil miyim ben, güzel bir kadın değil miyim?”

Zengin kocasının ihmal ettiği ve daha çok yanında taşıdığı bir süs olarak gördüğü güzel bir kadının derin mutsuzluğunun hikâyesi.

Senaryosunu Safa Önal’ın yazdığı, yönetmenliğini Lütfi Ö. Akad’ın yaptığı bir Türkiye yapımı. Başrollerdeki Türkan Şoray ve İzzet Günay’ın 1968’de yine Akad’ın yönettiği ve Türkiye sinemasının kesinlikle en önemli eserlerinden biri olan “Vesikalı Yarim”deki birlikteliğinin yarattığı büyüyü tekrarlamaya çalışan film bu hedefi yakalayamayan bir çalışma olmuştu. Kağıt üzerinde çekici duran hikâyenin arzu edilen sonucu üretemediği filmi ayakta tutan Akad’ın -kısıtlı olsa da- eli yüzü düzgün mizanseni, görüntü yönetmeni Gani Turanlı’nın özenli çalışması ve elbette Şoray’ın varlığı oluyor. Zenginliğin değil, mutluluğu getirenin sevgi olduğunu anlatmaya soyunan film öncelikle Yeşilçam nostaljisini özleyenler ve Şoray’ın hayranları için çekici olabilecek bir yapıt.

Türkiye sinemasını tiyatrocuların hâkimiyetinin dışına çıkaran ilk önemli isim Akad ve onun tamamen kendi yaratıcılığı, yaşadığı toplumun parametrelerine hâkimiyeti ve onu iyi analiz etmiş olmasının üzerine el yordamı ile inşa ettiği sanatçılığı sinemamıza pek çok kalıcı eser bırakmasını sağladı. “Seninle Ölmek İstiyorum” akıcı kalemi ile yüzlerce senaryoya imza atmış olan Safa Önal’a özellikle ısmarlanmış bir senaryo ama teslim edilenden çok da mutlu olmamış Akad, otobiyografisi “Işıkla Karanlık Arasında”da söylediğine göre. Şöyle diyor Akad senaryo hakkında: “… her şeyin yerli yerinde oluşu sıcaklıktan yoksun, soğuk ve yabancı kalıyor” ve Almanca bir kelime olan “Ersatz” ile açıklıyor bu yorumunu. 2. Dünya Savaşı sırasında sıkıntı çeken Almanların asıl hammadde yerine adına “ersatz” dedikleri yeni bir sentezi koyarak eksikliklerini giderdiklerini söyleyen Akad bu konuda bir de örnek veriyor: “Tavuk çorbası mı istiyorsunuz? Su, şehriye, biraz da yağ yeterli, artı biraz da yapay tavuk kokusu”. Kaba bir biçimde özetlersek, hikâyeyi cazip kılmak için gerekli her unsura sahip Safa Önal’ın senaryosu ama doğal değil, adeta matematiksel bir yaklaşımla bir araya getirilmiş öğelerden oluşturulmuş sanki Akad’a göre.

Evlerinde verdikleri bir bahçe partisinde tanıyoruz Selma (Türkan Şoray) ve kocası Rıza’yı (Cahit Irgat). Boğaz kenarında müthiş bir yalıda yaşamaktadırlar. Rıza başka kadınlarla gönül eğlendirirken, eşini bir insandan çok, evliliğini dışarıya karşı çekici gösteren şahane bir süs olarak kullanmaktadır daha çok. Alman mürebbiyeye teslim edilen çocukları anne sevgisinden uzak tutularak tam bir asker disiplini içinde yetiştirilmektedir. Başta Naci adında bir adam (Aydın Tezel) olmak üzere erkeklerin Selma’ya sürekli kur yapmaya çalıştığı bu parti sahnesi filmin zenginlerin gerçek sevgiden uzak ve pek de ahlâklı olmayan yaşamlarına sürekli vurgu yapan hikâyenin bunu dile getirdiği ilk bölümdür aynı zamanda. Parti boyunca tedirgin, mutsuz ve ürkek bir şekilde dolaşır Selma; kocasının çapkınlıklarından, devamlı ihmal edilmekten, tacizkâr erkeklerden ve etrafındaki ikiyüzlülüklerden bıkmıştır ve sık sık alkole sığınmaktadır bu yüzden. Sonra hikâyeye Nihat adında bir mimar (İzzet Günay) girer; yalıdaki tadilat işlerinin başındaki genç adam kadının mutsuzluğunun farkına varan ve ona samimi bir yardım eli uzatan tek kişi olur Selma’nın hayatında. Selma’nın adamın içten sevgisini hissetmesi çok geç olacaktır (“Evli olduğumu, ana olduğumu hiç düşünmeden hep istediler beni. İlk defa siz… Bakmayın bana, utanıyorum, utanıyorum”); çünkü alkolle, çocuğu ile istediği gibi ilişki kurmasına izin verilmemesinin ve kocasının kendisini bir süs eşyası gibi görmesinin neden olduğu mutsuzlukla mücadele etmeye çalışmaktadır. Kocanın eşini aşağıladığı sahnelerin birinde adam ona Nedim’in bir gazelinden iki dizeyi okur: “Bir elinde gül bir elde câm geldin sâkiyâ / Kangısın alsam gülü yahud ki câmı yâ seni” (Câm: Kadeh). Şiiri bilip bilmediğini sorar eşine ve bilmediği cevabını alınca ondan, elbette diyerek küçümser onu. Bu sahne senaryonun sorunlarının da bir örneği aynı zamanda; koca kadını bilgili değil diyerek mi aşağılamakta ve kötü davranmaktadır ona, kendisi üst düzey zevkleri olan biridir ama karısı mı öyle değildir vs. Bu konuda bir şey söylemiyor film ve nedensiz bir sonuç gösteriyor bize daha sonra da yapacağı gibi.

1970’lerde sağcı kesim Yeşilçam’ı servet düşmanlığı yapmak ile suçlardı sık sık. Bu hikâyede tüm zenginlerin istisnasız kötü ve boş karakterler olması kuşkusuz belli bir bakış açısının ürünü ama bu suçlama elbette ancak paranoya ile açıklanabilir; üstelik aksine Yeşilçam’ın bir yoksul güzellemesi yaparak alt sınıfları pasifleştirdiğini söylemek çok daha doğru olur açıkçası. Evdeki hizmetçilerden birinin kadına sorduğu soruyu da (“İşçilere de sizin yemekten mi vereceğiz? Yoksa fasulye, pilav ve hoşaf mı yapalım?”) aynı eleştiri bağlamında görebiliriz rahatlıkla ve üstelik film Şoray’ın canlandırdğı kadına (iyi insan olduğu baştan seyircinin kabul etmesi beklenen bir karaktere) bu soruya “Bilmiyorum” cevabını verdirerek beklentiyi kırıyor ve cüretkâr bir seçim yapıyor ilginç bir şekilde. Bu arada Rıza’nın antitezi gibi konumlandırılan mimar Nihat’ın da yoksul olmadığı açık; sadece daha halktan bir karakter olarak çiziliyor hikâyede. Buna karşılık, zengin olmanın sağladığı hareket özgürlüğünün (Bekçiye üstten bakan bir dil ile hitap etme cüreti, nezarette polisinin yanında birini tokatlayabilme gibi) o dönem Yeşilçam’dan pek beklenmeyecek (temel nedeni bunun sansür kuşkusuz) bir şekilde gösterilebilmesi önemli bir yanı olarak filmin atlanmamalı. Son bir not olarak mimar karakterinin yoksul halk için inşa edilecek tek katlı ve bahçe içindeki evler için duyduğu coşkuyu da bu bağlamda olumlu bir not olarak ekleyelim.

Orijinali 75 dakika civarında olan filmin 70 dakikalık bir versiyonu daha var ve yapımcı firmanın resmî Youtube kanalı dahil olmak üzere pek çok ortamda bu kısa versiyon yer alıyor ilginç bir şekilde. Orijinalinde finalde yer alan abartılı bir sonun çıkarılması iyi olmuş ama iki farklı sahnenin son bölümlerinin çıkarılması (bu işlem sahnelerin birini anlamsız kılarken uzun bir süre, diğeri Rıza hakkında yanlış bir fikir veriyor seyirciye) zarar vermiş hikâyeye. Bu kesintilerin hangi nedenle yapıldığını anlamak imkânsız ve Önal ve Akad başta olmak üzere filmin tüm kadrosuna da haksızlık edilmiş kesinlikle.

Dönemin gözde Türk Sanat Müziği şarkılarının (“Gökyüzünde Yalnız Gezen Yıldızlar”, “Aşkım Bahardı Ümitler Vardı” vs.) çoğunlukla enstrümantal versiyonları ile kullanıldığı filmde Yeşilçam’ın olmazsa olmaz kusurları da var elbette: Mürebbiye karakterinin tam bir klişe örneği olması, kendisi tam bir sefahat adamı olan babanın çocuğunu asker gibi yetiştirmesindeki çelişki, zorlama tesadüfler, teselli için en son kurulması gereken türden cümleler (“Bütün teselliyi onda buluyordunuz. Şimdi daha da yalnız kaldınız”), İzzet Günay’ın “Cüneyt Arkın” olmaya soyunduğu bir hastane sahnesi ve tüm gece uyumayan ve sürekli içen birinin adeta güzellik salonundan yeni çıkmış gibi durması gibi pek çok örneği sıralamak mümkün bu problemle ilgili olarak. Akad’ın “… onlar da konuya bir türlü ısınamıyorlar” ve “… canla başla oynadıkları halde, oyunları “ersatz” oluyor” ifadeleri ile tanımladığı Şoray ve Günay’ın oyunculukları da kariyerlerindeki iyi örnekler arasında değil; Şoray birkaç sahnede yine de kendisini göstermeyi başarıyor ama Günay vücut dilinin de gösterdiği gibi karakterini pek benimsememiş.

Onca olaya ve içerdiği trajediye rağmen dramatik açıdan yeterince güçlü görünmeyen ve temel sorunu işleyemeyen ve doğal görünmeyen senaryosu olan film tüm kusurlarına karşın bir Lütfi Akad yapıtı olarak yine de izlenebilecek bir çalışma ama öncelikle Türkan Şoray’ın kusursuz güzelliği ve sıcak bir Yeşilçam nostaljisi için hak ediyor bunu.

(Visited 122 times, 4 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir