“Yazamadıktan sonra ismin olsa ne olur? Okuyamıyorsan tam bir insan sayılır mısın?”
Okuma yazması olmayan bir adam ile ona öğretmenlik yapan bir emekçi kadının hikâyesi.
Martin Ritt, Robert de Niro ve Jane Fonda sinemanın ilki yönetmenlik, diğer ikisi oyunculuk alanında üç büyük ismi ve bu isimleri bir arada görünce beklentiniz ne kadar yükselirse, yaşanacak hayal kırıklığı da o kadar yüksek olacaktır bu filmi gördükten sonra. İngiliz yazar Pat Barker’ın romanından uyarlanan ama uyarlanırken de romanın karakterlerinden olay örgüsüne pek çok unsurunu ya tamamen yok eden ya da epey değiştiren ve değiştirirken de yumuşatan filmin en azından klasik Holywood filmlerinin aksine emekçi insanlar arasında yaşanan bir hikâyeye sahip olmak gibi bir güzelliği var ama sonuçta film televizyon filmi havalarında dolaşan, bir türlü kadronun vaat ettiği büyüleyiciliğe ulaşamayan bir çalışma olmuş.
Aralarında “Hud”, “The Spy Who came in From the Cold” ve “Edge of the City” gibi parlak örneklerin de bulunduğu filmlerin yönetmeni Ritt bu son filminde hak ettiği kalitede bir vedada bulunamamış. Robert de Niro’nun kendisine yakışan bir çekingenlik verdiği karakterindeki oyunu veya Fonda’nın sevgiye susamış karakterini kimi anlarda senaryoya rağmen inandırıcı kılan oyunu belki çok çarpıcı değiller ama idare ediyorlar. De Niro’nun yağmur altında otobüse binen Fonda’ya kendisine okuma yazmayı öğretmesini istediği sahnede hem De Niro’nun başarısı dikkat çekiyor hem de bu anlar filmin de nadir parlak anlarından birini oluşturuyor. Filmin vasatın üzerine çıkışlarının bu denli nadir olabilmesinin temel sorumlusu da senaryo olarak görünüyor. Ritt gibi bir yönetmenin altına imza atması imkânsız görünen anlamsız Hollywoodvari sonu (“Her şey mümkündür”!) bir kenara, senaryo olayların akışını kurmada daha doğrusu olayları akıtmakta oldukça yetersiz kalmış. Filmin başında görünen kız kardeş ve kocasının sonra ortadan kayboluvermesi, emekçinin hayatından görüntüler de olsun diye filme eklenmiş gibi görünen sahneler ve üzerine pek düşünülmemiş gibi görünen kurgusu ile film “olmamış” görünüyor kısacası.
Evet, film ana akım sinemanın görmezden geldiği bir yere, sıradan insanlara, bakmayı tercih etmiş ve sadece bu açıdan bile ilgiyi hak ediyor aslında. Güçlü bir dil ile anlatılmamış olsa da Hollywood’un zengin, dertsiz, tüketici karakterlerinin yerinde gerçek insanları görebilmek bir filmi başlı başına değerli kılıyor şüphesiz. Sinemanın o gösterişli karakterlerinin yerine insanı görebilmek perdede ki Ritt gibi televizyon kökenli yönetmenlerin Amerikan sinemasına en büyük armağanıdır bu durum, gerçek bir sinemaseveri tek başına mutlu edebilecek bir özellik şüphesiz. Keşkelerin fazlası ile söylenebileceği bir film bu nedenle karşımızdaki. Çağdaş sinemanın gürültü patırtısından uzak duran bu sosyal gerçekçi film yine de bir göz atılmayı hak ediyor özet olarak.
(“Stanley ve Iris”)