The Spy Who Came in from the Cold – Martin Ritt (1965)

“Yoruldun mu diye merak ettim. Bu, burada anlayışla karşılanan bir durumdur; metal yorulması gibi bir şeydir. Biz duygularımızı paylaşmadan yaşamak zorundayız, değil mi? Ne var ki bunu sonsuza dek yapamazsın. İnsan sürekli dışarıda kalamaz; içeri girmeli, soğukta kalmamalı”

Berlin Duvarı’nın tamamlanmasından bir yıl sonra, Batı Berlin’de görev yapan bir İngiliz ajanının Doğu’nun ajanlarına karşı mücadele ederken işinin doğal yozlaşmalarını keşfetmesinin hikâyesi.

İngiliz yazar John le Carré’in 1963 tarihli ve aynı isimli romanından uyarlanan bir Birleşik Krallık yapımı. Senaryosunu Paul Dehn ve Guy Trosper’ın yazdığı filmin yönetmen koltuğunda oturan isim Amerikalı sinemacı Martin Ritt. 1950’li ve 60’lı yıllarda Berlin’de İngiliz istihbarat servisleri MI5 ve MI6 için çalışan le Carré buradaki tecrübelerini çarpıcı bir biçimde yansıttığı güçlü romanları ile casus edebiyatının en parlak örneklerini üreten bir isim ve bu eserleri defalarca sinemaya da uyarlanmış. Martin Ritt imzalı bu uyarlama parlak bir romanın parlak bir uyarlaması ve açılış ile kapanıştaki “aksiyon” sahneleri dışında sadece ajanlara, entrikalara ve ajanlık işine odaklanarak, o dünyanın gerçeklerini çekici bir şekilde getiriyor karşımıza. Başroldeki performansı ile Oscar’a aday olan Richard Burton’ın dengeli, “soğuk” ve sade oyunu ile göz doldurduğu filmde, Ritt hikâyenin gerektirdiği atmosferi başarı ile yaratıyor ve ortaya hem bu türün hem sinemanın önemli örneklerinden birini çıkarıyor.

Yazarın hâlâ istihbaratta çalışırken yazdığı roman türününün en iyi örneklerinden biri kuşkusuz. Bu derece iyi bir romana hakkını veren bir sinema eseri ortaya koymak bir yandan kolay (çünkü güçlü bir potansiyeli var romanın) olsa da, çıkacak sonucun özellikle de romanın hayranlarını memnun etmemesi gibi önemli bir risk de taşıyor. Oswald Morris’in hikâyenin ruhunu çok iyi yansıtan siyah-beyaz görüntü çalışmasının da sağladığı önemli katkı ile Ritt romanın adında yer alan ve temasını çok iyi anlatan “soğuk” dünyayı soğuk bir gerilimle yaratıyor ve bu riski sıfırlıyor sinemasal becerisi ile. Romana oldukça sadık kalan senaryonun giriş ve kapanıştaki hareketli kısa sahneler dışında aksiyona hiç başvurmadan yaratmayı başardığı gerilimli dünyayı ustalıkla kullanıyor Ritt ve ortaya görülmesi gerekli bir sonuç çıkarıyor.

İkiye ayrılmış Berlin’in Amerikalıların yönettiği taraftaki kontrol noktasında başlıyor film. Burton’ın canlandırdığı terübeli ajan Alec Leamas Doğu Berlin tarafında çalışan İngiliz ajanlarından sorumludur ve açılış sahnesinde bunlardan birinin -daha önceki ikisi gibi- tam sınırı gerçerken Doğu Almanya tarafından açılan ateşle vurularak öldürülmesinin tanığı olur. Tüm sadeliği ve gerçekçiliği ile çok iyi çekilmiş bu sahnede Sol Kaplan’ın gerilim, melankoli ve hüzün duygularını içeren caz havalı müziği tanık olduğumuz anın ruhunu çok iyi beslerken, Ritt’in mizanseni tüm yalınlığı ile çok etkileyici. Operasyonda olmayı (“soğukta kalmak”) bırakıp masabaşı bir işe geçmesi (“içeri girmek”) teklif edilen Leamas’ın tercihi ve istihbarat şefinin onu dahil etmeyi düşündüğü plan hikâyenin takip eden gelişmelerini yaratır ve sağlam bir romanı kaynak olarak alan film bizi içine soktuğu dünyanın doğal ahlâksızlığının tanığı yapar.

“Sırf hükümetinin iyilik politikaları yüzünden düşmanlarından daha az kötülük yapamazsın, değil mi?” diyor bir sahnede MI6’nın yöneticisi Leamas’a. Oyunun kuralları bellidir ve bu kurallar doğal olarak sıradan insanlarınkinden çok uzak, kendine has içeriklere sahiptir. Entrikalar, sahte kimlikler, oyunlar, yalanlar, çarpıtmalar, insanları kullanmalar ve acımasızlıklar hâkimdir bu dünyaya ve film tüm bunları güçlü diyaloglar, sağlam bir kurgusu olan hikâye, şaşırtıcılığı ıskalamayan bir gerçekçilik ve dürüstlükle anlatıyor bize. Ne kadar başarılı olursa olsun her ajanın eninde sonunda tek başına kalacağını, kendisi karşı tarafı kullanırken sadece onlar tarafından değil, kendi örgütü tarafından da kullanılacağını ve bu dünyanın doğası gereği sahtelik üzerine kurulu olduğunu çok iyi sergiliyor film. Leamas karakterinin bu dünyada üstlenmek zorunda kaldığı gerçek ve sahte kimliklerini çok iyi işleyen senaryonun kendisine sunduğu imkânları Richard Burton da çok iyi değerlendiriyor ve müthiş bir peformans gösteriyor. Karakterinin gerçekliğini ve sahteliğini ustaca yansıtan, sade ve çarpıcı bir performans bu ve kariyerinin özellikle son yıllarında hayli gösterişli olan tarzından uzak bu tercihi ile filmi zenginleştiriyor. Başta “Kontrol” rolündeki Cyril Cusack ve Nancy rolündeki Claire Bloom olmak üzere tüm diğer oyuncuların da oldukça güçlü destekleri ile film oyunculuklar açısından hayli üst bir noktada yer alıyor bu şekilde.

Leamas’ın komünist kız arkadaşının trajedisi istihbarat dünyasında herkesin her şekilde kullanılabileceğinin örneklerinden biri olurken, film (ve aslında roman) ideolojik tarafsızlığını da -çoğunlukla- doğru bir biçimde koruyor. Çarpıcı finalinin de bir kanıtı olduğu gibi, film Batı’nın veya Doğu’nun tarafında konumlandırmıyor kendisini. Öyle ki tüm Batılı karakterleri Doğulu, Doğulu karakterleri de Batılı yapsanız hikâye etkileyiciliğinden ve gerçekliğinden hiçbir şey yitirmezdi. Aynı derecede “dürüst” iki taraf da, aynı entrikaların egemen olduğu bir dünyaları var ve hedefler için aynı derecede etik dışı davranmakta (eski Nazileri kullanmak, kendi adamını satmak vs.) her ikisi de. Soğuk Savaş döneminde daha da artan bir şekilde tek egemen değerin rakibini alt etmek olduğu bu dünyada iki tarafın da ideolojisine -çoğunlukla- eşit ölçüde uzak duruyor film ve ideolojilerin bireyleri -doğaları gereği- piyon olarak gördüğünü hatırlatıyor güçlü bir şekilde.

Doğru bir final, Oscar’a aday gösterilen güçlü sanat yönetimi, özgün hikâyesi, seyircisini sürekli tetikte kalmaya zorlayan güçlü gerilimi, Soğuk Savaş’ın atmosferini somutlaştıran görselliği, oyuncu kadrosunun başarısı ve Martin Ritt’in kendisini öne çıkarmayan alçak gönüllü yönetmenliğinin yarattığı gerçekçilik ile önemli bir film bu.

(“Utanç Duvarında Casusluk”)

Hud – Martin Ritt (1963)

“İnsanları umursamıyorsun, Hud. Onlara ne olduğu hiç umrunda değil. Gençlerin sana özenmesini sağlayan bir çekiciliğin var ya, işte o yüzden hiçbir şeye değer vermiyorsun. Hiçbir şeye saygın yok. Heveslerini dizginlemiyorsun. Sadece kendin için yaşıyorsun. Bu yüzden de birlikte yaşamaya uygun birisi değilsin.”

Prensip sahibi bir çiftlik sahibi, kibirli ve bencil oğlu, çiftlik sahibinin diğer oğlundan olan ve dedesi ile amcası arasındaki çekişmenin ortasında kalan torunu ve çiftlik evinde onlarla birlikte yaşayarak ev işlerini çekip çeviren bir kadının hikâyesi.

Amerikalı yazar Larry Jeff McMurtry’nin “Thalia: A Texas Trilogy” adındaki üçlemesinin bir parçası olan “Horseman, Pass By” adlı romanından yapılan bir uyarlama. Yazarın henüz yirmi beş yazındayken yazdığı bu ilk romanından yola çıkan senaryoyu Irving Ravetch ve Harriet Frank Jr. yazarken, yönetmenliği Martin Ritt üstlenmiş. Tüm başrol oyuncularının çok sağlam performanslar gösterdikleri ve özellikle Paul Newman’ın tüm çekiciliğini de kattığı oyunculuğu ile parladığı filmin James Wong Howe imzalı siyah-beyaz görüntüleri de başarı düzeyi ile filmi tek başına bile görmeye değer kılıyor. Newman’ın bir yıldız oyuncu olarak kariyerinin en parlak günlerinde bir olumsuz karakteri canlandırma cesaretini göstererek ayrıca takdiri hak ettiği film, Tennessee Williams’ın güçlü oyunlarını hatırlatan karakterleri ve temaları ile zenginleşen, belki zaman zaman yeterince güçlü görünmese de kesinlikle görülmeyi hak eden ilginç bir çalışma.

Paul Newman’ı, karakterini gençlerin onun posterini duvarlarına asacak kadar beğenmeleri hayli şaşırtmış zamanında. Bu hayranlığın iki temel nedeni olmuş olsa gerek: Hud karakterinin başına buyrukluğu ve her zaman kendi arzularını ön planda tutan yaklaşımı ile bir özgürlüğün simgesi olması ve Newman’ın neden bir idol olduğunu bir kez daha anlamamızı sağlayan karizması. Babasının kendisini eleştirdiği gibi gerçekten kendisi dışında hiç kimseyi umursamayan bir genç adam Hud; babasının çiftliği yönetme şeklinden rahatsız, hayvanları etkisi altına alan şap hastalığı ile ilgili düşünceleri babasınınkinden çok farklı, başta evli kadınlar olmak üzere gördüğü her kadına asılıyor, babasının katı prensipleri olan dürüstlüğüne karşı etik olmayan davranışları normal buluyor ve kendi arzularını tatmin etmeyi tek amaç olarak görüyor. Gerçekten de hayli ilginç bir karakter Hud ve Paul Newman’ın fiziksel çekiciliği ve çarpıcı performansı ile seyirciyi ikilemde bırakıyor. Öyle ki Hud’ın davranışlarının arkasındaki nedeni anlamaya ve olumsuz eylemlerinin gerekçelerini keşfetmeye çalışıyorsunuz ister istemez. Hikâyenin bu konuda finale kadar bize sunduklarının doyuruculuğunda herhangi bir sıkıntı yok ve kolaycı bir çözüme gidilmemesi de çok olumlu.

Cinselliğin, ölümün ve arayışların egemen olduğu bir hikâyeyi yalın bir sinema dili ile ve James Wong Howe’un etkileyici kamera çalışması ile anlatıyor Martin Ritt. Hud’ın cinselliği odağına alan karakteri, evdeki delikanlının yavaş yavaş uyanan cinselliği ve bu iki karakterin kendilerine özgü tavırları ile bu konuda yürüttükleri arayışlarıını sürekli olarak hikâyenin gündeminde tutuyor. Evdeki kadının bu konuları konuşmaktaki rahatlığı da destekliyor bu durumu. Kadın genç oğlanın uyanışının farkında ve kendisini Hud’a karşı koruyor, için için ona karşı bir takım fiziksel duygular beslese de. Sürekli olarak havada asılı kalan bu cinsel atmosfer doğrudan hiçbir erotik ögeye başvurmasa da Ritt’in karakterlerinin psikolojisini görselleştirmekteki başarısı ile kendisini hep hissettiriyor. Paul Newman’ın ilk sahnedeki görüntüleri (bir evin bahçesindeki kadın ayakkabısı teki ve elbette Newman’ın görüntüyü cinsel bir havaya boğan görüntüsü) ile kuruluyor bu atmosfer ve hep muhafaza ediliyor. Oğlanın ölen ebeveynleri ve yaşlı çiftlik sahibinin sağlık durumu üzerinden ölümü de hep cinselliğin yanında tutuyor Ritt. Travması tüm karakterlerin hayatını kökünden etkileyen bir ölüm ve yakında gerçekleşeceği bilinen ve herkesin hayatını değiştirecek bir diğer ölüm hikâyeyi seyirci için ilginç kıldığı gibi, doğası gereği cinselliğin karşıtı olarak tanımlayabileceğimiz ölüm teması ile film seyirci için zıtlıktan kaynaklanan bir gerilim unsuruna da kavuşmuş oluyor. Çiftlikteki hayvanlara musallat olan hastalık ve karakterlerin hayatlarının bu hastalığın sonucuna yakından bağlı olmasını hikâyenin ölümle bir diğer ilişkisi ve ölen bir ineğin yanındaki ağaca tüneyen akbabaların görüntüsünü de tüm bu ölüm havasının sembolü olarak görmek mümkün.

Arayışların da damgasını vurduğu bir sinema yapıtı bu. Evin en genç bireyi büyükbabası ile amcasının taban tabana zıt hayat anlayışları arasında kendi yolunu bulmaya çalışmaktadır ve babasının yerine koymaya çalıştığı amcasının bu rolü ret etmesi ve davranışları ile kendisini hayal kırıklığına uğratması yüzünden bocalama içindedir. Büyükbaba ise bir oğlunu kaybetmiş olması, hayatta olan Hud’a ise hiç güvenmemesi yüzünden kendisi ile birlikte bir devrin de kapanacağını bilmekte ve çiftlik ile torununun geleceği için endişe etmektedir. Evdeki hizmetçi kadın ise kendi sorunlu geçmişinden sonra bir kalıcı hayat arayışı ile gelmiştir bu çiftliğe ve evdeki gerilimli atmosferi dengelemeye çalışmaktadır. Hud belki de doğrudan bir arayışı olmayan tek karakteri gibi görünüyor hikâyenin ama yaptıkları ve yapmadıkları ile diğer karakterlerin arayışlarının sonuçlarının doğrudan belirleyicisi de oluyor.

Filmin başarısını oluşturan en önemli faktörden biri oyuncuları: Hud rolünde Paul Newman bir yandan sert bir cazibe yaratırken, bir yandan da bir oyuncunun “kötü” bir karakteri seyirciye nasıl benimsetebileceğinin ve kendisini anlamaya yöneltebileceğinin dersini veriyor hikâye boyunca. Hiçbir şeye inanmayan ve bu dünyada temiz kalmanın mümkün olmadığını iddia eden (“Bu dünya o kadar pislik içinde ki dikkat etsen de etmesen de er geç içine batarsın o pisliğin”) ve babasının canlı tutmaya çalıştığı dünyanın yıkıldığına (ya da zaten hiç var olmadığına) inanan (“Tüm ülkeyi salgınlar yönetiyor zaten. Sen ne sanıyorsun? Büyük şirketlerin fiyat sabitlemesi, ahlâksız TV şovları, gelir vergisi sahtekârlıkları, şişirilmiş gider hesapları… Kaç tane dürüst adam tanıyorsun? Günahkârlarla azizler ayrılsa, Lincoln’un bile hangi sınıfa gireceği belli olmaz”) karakterini abartı içermeyen bir yoğunlukla yaratıyor perdede Newman. Onun “Erkek Oyuncu” dalında aday olduğu Oscar’ı “Yardımcı Erkek Oyuncu“ dalında kazanan Melvyn Douglas ise büyükbabayı klasik Hollywood sinemasının izlerini taşıyan sağlam bir oyunculukla getiriyor karşımıza ve kaybetmeye başladığını bilen yorgun karakterinin inadını, hüznünü ve trajedisini elle tutulur kılıyor. Kadın Oyuncu Oscar’ını kazanan Patricia Neal’in karakterinin kırılgan sertliğini ve diğer üç ana karakter için “anne ve sevgili” rolünü üstlenmesini çok iyi yansıtan performansı sanatçının göründüğü her sahnede o derece üst düzeyde ki adeta çok güçlü bir tiyatro oyuncusunu canlı olarak izlemenin keyfini hissediyorsunuz. Henüz otuz yaşındayken bir trafik kazasında hayatını kaybeden Brandon De Wilde ise bu üç usta oyuncunun yanında hiç ezilmiyor ve genç karakterinin kafa karışıklığını ve arayışını ustaca sergiliyor, ve henüz on bir yaşındayken “Shane – Vadiler Aslanı” filmi ile Oscar’a aday gösterilmesinin de kanıtladığı gibi yetenekli bir oyuncu ve erken ölümünün sinema için bir kayıp olduğunu gösteriyor.

Texas’ın geniş arazilerini, karakterlerin o araziler karşısında küçük kaldıklarını vurgulayarak önümüze getiren James Wong Howe imzalı ve Oscar kazanan görüntüler filmin en önemli kozları arasında. Howe’un da kariyerinin en iyi örneği olarak nitelendirdiği çalışmasında her bir kare özenle yaratılmış, geniş ve yakın planların her biri doğru anlarda kullanılmış ve sinemanın bir görsel sanat olduğunu göstermiş bize sanatçı. Sürünün yok edilmesi -Hud’ın davranışları nedeni ile çiftlikteki eski dünyanın yıkılmasının da sembolü bu- ve Hud ile babasının yüzleşmesi sahnelerinde doruğa çıkan sinema tadı belki tüm bir hikâyeye yayılamıyor ama yine de kesinlikle önemli bir film bu ve 1960’lı yılların sonradan öne çıkacak kimi yanlarının (özgürlük arayışı, otoriteye başkaldırma, cinsellik vs.) habercisi olması ve Elmer Bernstein’ın dokunaklı ve yalın müziği ile de kesinlikle görülmesi gereken bir sinema eseri.

(“Çılgınların Günahı”)

Stanley & Iris – Martin Ritt (1989)

“Yazamadıktan sonra ismin olsa ne olur? Okuyamıyorsan tam bir insan sayılır mısın?”

Okuma yazması olmayan bir adam ile ona öğretmenlik yapan bir emekçi kadının hikâyesi.

Martin Ritt, Robert de Niro ve Jane Fonda sinemanın ilki yönetmenlik, diğer ikisi oyunculuk alanında üç büyük ismi ve bu isimleri bir arada görünce beklentiniz ne kadar yükselirse, yaşanacak hayal kırıklığı da o kadar yüksek olacaktır bu filmi gördükten sonra. İngiliz yazar Pat Barker’ın romanından uyarlanan ama uyarlanırken de romanın karakterlerinden olay örgüsüne pek çok unsurunu ya tamamen yok eden ya da epey değiştiren ve değiştirirken de yumuşatan filmin en azından klasik Holywood filmlerinin aksine emekçi insanlar arasında yaşanan bir hikâyeye sahip olmak gibi bir güzelliği var ama sonuçta film televizyon filmi havalarında dolaşan, bir türlü kadronun vaat ettiği büyüleyiciliğe ulaşamayan bir çalışma olmuş.

Aralarında “Hud”, “The Spy Who came in From the Cold” ve “Edge of the City” gibi parlak örneklerin de bulunduğu filmlerin yönetmeni Ritt bu son filminde hak ettiği kalitede bir vedada bulunamamış. Robert de Niro’nun kendisine yakışan bir çekingenlik verdiği karakterindeki oyunu veya Fonda’nın sevgiye susamış karakterini kimi anlarda senaryoya rağmen inandırıcı kılan oyunu belki çok çarpıcı değiller ama idare ediyorlar. De Niro’nun yağmur altında otobüse binen Fonda’ya kendisine okuma yazmayı öğretmesini istediği sahnede hem De Niro’nun başarısı dikkat çekiyor hem de bu anlar filmin de nadir parlak anlarından birini oluşturuyor. Filmin vasatın üzerine çıkışlarının bu denli nadir olabilmesinin temel sorumlusu da senaryo olarak görünüyor. Ritt gibi bir yönetmenin altına imza atması imkânsız görünen anlamsız Hollywoodvari sonu (“Her şey mümkündür”!) bir kenara, senaryo olayların akışını kurmada daha doğrusu olayları akıtmakta oldukça yetersiz kalmış. Filmin başında görünen kız kardeş ve kocasının sonra ortadan kayboluvermesi, emekçinin hayatından görüntüler de olsun diye filme eklenmiş gibi görünen sahneler ve üzerine pek düşünülmemiş gibi görünen kurgusu ile film “olmamış” görünüyor kısacası.

Evet, film ana akım sinemanın görmezden geldiği bir yere, sıradan insanlara, bakmayı tercih etmiş ve sadece bu açıdan bile ilgiyi hak ediyor aslında. Güçlü bir dil ile anlatılmamış olsa da Hollywood’un zengin, dertsiz, tüketici karakterlerinin yerinde gerçek insanları görebilmek bir filmi başlı başına değerli kılıyor şüphesiz. Sinemanın o gösterişli karakterlerinin yerine insanı görebilmek perdede ki Ritt gibi televizyon kökenli yönetmenlerin Amerikan sinemasına en büyük armağanıdır bu durum, gerçek bir sinemaseveri tek başına mutlu edebilecek bir özellik şüphesiz. Keşkelerin fazlası ile söylenebileceği bir film bu nedenle karşımızdaki. Çağdaş sinemanın gürültü patırtısından uzak duran bu sosyal gerçekçi film yine de bir göz atılmayı hak ediyor özet olarak.

(“Stanley ve Iris”)

Hombre – Martin Ritt (1961)

“Saatlerdir kıpırdamadan oturuyorsun. Yorulmuyorsun, acıkmıyorsun, susamıyorsun. Sen gerçek misin?”

Kızılderililer tarafından yetiştirildiği için beyazlar tarafından küçümsenen bir adamın hikâyesi.

ABD’de senatör McCarthy’nin yönettiği ve tüm sol eğilimliler için bir cadı avına dönüşen operasyonlar sırasında Hollywood’da kara listeye alınan isimlerden biri olan Martin Ritt’ten bir western çalışması. Klasik western sinemasının aksine kızılderililerin tarafında yer alan, ezenleri ve eziyete sesini çıkarmayanları Amerikan sinemasının onlar tarafından benimsenmiş araçlarını bu kez onların aleyhine kullanarak eleştiren bu alçak gönüllü film sanki bir anlamda Ritt’in McCarthy faşizmi döneminde yaşadıklarına da atıfta bulunuyor, özellikle de aşağılamaya sessiz kalanlar üzerinden. Pek çok eseri sinemaya uyarlanmış olan Elmore Loeonard’ın romanından uyarlanan film adeta western kalıplarını kullanan ama “western olmayan bir western”.

Dürüst senaryosu ile beyazların yok oluşa sürüklediği, tüm uygarlıklarını yerle bir ettiği kızılderililere de bir ağıt gibi bu film. Özellikle “yerlilerin köpekleri yemesi” ile ilgili diyaloglar ezilen ve soysuzlaştırılan insanların sonra kendilerini bu hale sokanlar tarafından aşağılayıcı bir dil kullanılarak yargılanmaları üzerine çok şey anlatıyor. Kendisini yerlilerinden biri olarak hisseden kahramanımızı aşağılayanların daha sonra onun kurtarıcı rolüne sığınmaları belki biraz yüzeysel bir sembolizm olarak görülebilir ama hem filmin anlatım biçimi hem de senaryonun kendi içindeki tutarlılığı bu sembolizmi çok anlamlı ve arkasında durulabilir bir noktaya taşıyor.

Açılış sahnesi ile insanın kendi dışındaki canlılar ile bütünleşmesi ve onunla birlikte yaşamayı temel düstur olarak edinmesi üzerine sakin ve vurucu bir giriş yapan filmde beyazlar göründükten sonra sükunet ve uyum kayboluyor ve “kötülükler” başlıyor; bencillik, hırs ve yolsuzluk kavramları ortaya çıkıyor ardı ardına. “Cool” bir yerli gibi davranan kahramanımız rolünde Paul Newman başta kendisine uymayan bir rolü üstlenmiş gibi görünüyor ama hikâye ilerledikçe kahramanını her zamanki kalitesi ile başarılı bir biçimde canlandırdığını gözlüyorsunuz. Diyalogları ile alışılagelmiş kovboy filmlerinden çok farklı bir atmosfere sahip olan ve günümüzde bile modern kalmayı başaran film, terkedilmiş madendeki bekleyiş ve çatışma bölümü ile değme western filmine taş çıkaracak bir gerilim sunuyor seyircisine. Kahramanımızın sonunun temsilcisi olduğu halkın sonu ile aynı olduğu bu film onun “güzel sonu” ile bir yandan hüzün verirken diğer yandan iyiliğin/güzelliğin/dürüstlüğün ve ezilenin yanında olmak için gereken cesarete övgüde bulunuyor. Küçük ama insanın içini burkan güzellikte bir film. Yerliler, beyazlar, hırsızlar, şerif, peşinde koşulan para, ateşlenen silahlar, dövüşen insanlar vs. bir western’de ne arıyorsanız hepsi var ama bu film size ek olarak çok daha başka şeyler anlatıyor. Martin Ritt ve Paul Newman işbirliği sinemaya “The Long, Hot Summer” ve “Hud” gibi başka parlak örnekler de kazandırmıştı; işte bu film de bu klasiklerin arasında yer alıyor.

(“Asi Kabadayı”)