“Beni ikna etmek için ne yapabilirsin? Tekrar sana inanmam için? Yeni bir çift göz için gözlerinden vazgeçebilir misin? Bizim gibi gören gözler için? Bedeninden vazgeçebilir misin sesimizin taşıyıcısı olmak için? Benim sesimin? Eski hayatından vazgeçebilir misin yeni ve muhteşem bir hayat için?”
Ünlü bir oyuncu olabilmek için ne gerekiyorsa yapmaya hazır olan hırslı bir genç kadının hikâyesi.
Çalışmalarını çoğunlukla birlikte yürüten Kevin Kolsch ve Dennis Widmyer’in hem yazıp hem yönettikleri bir film. Bütçesinin bir kısmını “Kickstarter” (bağımsız yapımcıların projeleri için bağış toplamasına aracılık eden bir şirket) üzerinden karşılayan bu bağımsız film ruhunu (ve bedenini) yıldız olmak karşılığında satmak zorunda kalan genç bir kadının yaşadıklarını anlatıyor. Gerçekçi -ama gereğinden fazla gerçekçi- sahneleri, synthesizer ile hazırlanmış basit ama çok etkileyici müziği, başroldeki Alex Essoe’nin performansı ve sertliğinden/doğrudanlığından güç alan mizanseni ile belli bir etkileyiciliğe ulaşmayı başaran film ilgiyi hak ediyor kesinlikle. Buna karşılık “kendini satma” hikâyesinin çok daha başarılı örneklerini görmüş olmamız, korkutmanın ötesine geçerek iğrendiren kimi sahneleri ve bir ara “teen-slasher” havasını alması filmin zayıf yönleri olarak dikkat çekiyor.
Başroldeki Alex Essoe’nun “ruhunu ve bedenini teslim etmiş” bir şekilde canlandırdığı karakteri “trikotillomani” denen ve hastanın saçını, kaşlarını yolma gibi davranışlar gösterdiği bir rahatsızlıktan muzdarip ve stresli anlarında saçını seyredeni de etkileyecek bir şekilde yoluyor birden fazla sahnede. Filmin “gerçekçi” sertliğinin örneklerinden sadece birisi bu. Sert bir cisimle defalarca vurularak parçalanan yüzler, düşen tırnaklar, kanın fışkırdığı sahneler veya seyirciyi zihinsel olarak yoracak şekilde defalarca parlayıp sönen ışıklar gibi bölümler filmin yaratıcıları Kevin Kolsch ve Dennis Widmyer’in bilinçli tercihleri ve bu durum meraklısını mutlu ederken, bu türden görüntülerle kendisini çok da rahat hissetmeyenler için biraz ürkütücü olacaktır kesinlikle. Kısıtlı bir bütçe ile ve Amerikan sinemasının ortalamasına göre 18 gün gibi hayli kısa bir sürede çekilen film temel olarak ilgiyi işte bu tür sert sahneler ve Essoe’nun performansı üzerinden sağlamış görünüyor. Essoe filmdeki karakteri gibi ruhunu ve bedenini bir tarikatın emrine vermemiştir herhalde ama bu filmden sonra kariyer çizgisi hayli hızlanmış ve ardı ardına çektiği filmler ile önemli bir oyuncu olmaya doğru ilerliyor gibi görünüyor. Ağlama sahnelerinde gerçekten ağladığı söylenen ve böcekli -ve mide kaldırıcı- bir sahneyi gerçek böceklerle çeken oyuncunun performansına diyecek yok doğrusu ama -tekrar söylersek- sanatçının oyunculuğunu ne kadar takdir edebileceğiniz o güç sahnelere ne kadar dayanabildiğiniz ile doğru orantılı biraz da.
“Silver Scream” adında bir korku filminin oyuncu seçimindeki deneme çekimleri ile başlayan ürkütücü/korkutucu hikâye film boyunca sürüyor ve finalde bir “yeniden doğuş” ile de sona eriyor. Arada tanık olduklarımız şan şöhret için ruhunu satan karakter hikâyeleri açısından pek yeni bir şey söylemiyor ama zaten filmin asıl derdi de bu değil. İki senarist/yönetmen bu bilinen hikâyeyi sert bir görsellikle anlatmayı ve doğrudanlıkları ile etkileyici bir kült adayı film yaratmayı tercih etmişler. İleride bir külte dönüşür mü bilmiyorum ama filmin en azından amaçladığı etkileyiciliği yakaladığını teslim etmek gerek. Baş karakterinde gösterdiği yaratıcılığı yan karakterlerinde gösteremeyen film (örneğin oyuncu seçmelerinde şirketi temsil eden iki karakterin tuhaflığı gereksiz bir abartıya sahip ve genç kadının arkadaşları pek de iyi çizilmemiş ve yüzeysel kalmış görünüyorlar) peş peşe öldürülen gençler ile bir ara teen-slasher havasına da bürünüyor epey sert görüntüler eşliğinde. 1980’lerin synthesizer ile üretilen müziklerini andıran ve Jonathan Spies imzasını taşıyan çalışmasının filmin atmosferine takdir edilmesi gereken bir şekilde yakıştığını ve filmin ürkütücülüğünü arttırdığını, Adam Bricker’ın görüntülerinin de filmin direkt, yalın ve korkutucu olma hedefini yakalamasına yardımcı olduğunu söylemek gerekiyor.
Filmde yapımcı karakterinin ağzından duyduğumuz “hırs arzuların en karanlık olanıdır” cümlesine göre akan hikâyesinin imkân tanıdığı korkutuculuğu, karakterinin bedensel ve ruhsal olarak çöküşünü etkileyici şekilde yansıtması, görsel efektlerindeki sade ama yaratıcılığın örneklerini taşıyan başarısı ve düşük bütçe ile de başarılı sonuçlar alınabileceğini kanıtlayan set tasarımları ile ilgiyi hak eden film, zaman zaman hikâyesinin kan ve şiddet banyosunun ardında kalmasına rağmen çekici olabiliyor yine de.
(“Şeytanın Gözleri”)