“Sen hiç parasızlıktan aç kaldın mı? Sen annenin aç kaldığını gördün mü hiç? Ben hepsini yaşadım ve bunu yapmak zorundaydım”
Çetesi ile yaptığı bir soygundan sonra abisinin çiftliğinde saklanan bir adamın ve onun gelişi ile yaşanan olayların hikâyesi.
Daha çok oyunculuğu ile bilinen Cornel Wilde’ın yönettiği sekiz sinema filminden ilki. Clinton Seeley adlı pek tanınmayan bir Amerikalı romancının eserinden ünlü senarist Horton Foote tarafından sinemaya uyarlaması yapılan eser asıl olarak bir kara film veya suç filmi olsa da dramını da öne çıkaran bir çalışma. Wilde’ın yönetmenliğin yanısıra baş rolü ve yapımcılığı da üstlendiği siyah beyaz film kendisini ilgi ile seyrettiren ama dram tarafının senaryodan (veya romanın kendisinden) kaynaklanan nedenlerle yeterince güçlü işlenememesinin sancılarını çeken bir çalışma olmuş.
Çete reisi rolündeki Cornel Wilde ve pek umarsamadığı kadın sevgilisi rolündeki Lee Grant filmin çekildiği tarihte McCarthy soruşturmaları kapsamında komünistlik kuşkuları nedeni ile Hollywood tarafından kara listede yer alıyorlarmış. Wilde’ın filmin yapımında üç temel rolü üstlenmiş olmasını da açıklayan bir durum bu aslında. Daha sonraki yıllarda “Tender Mercies” ile orijinal senaryo dalında ve “To Kill a Mockingbird” ile uyarlama senaryo dalında Oscar kazanan Foote tarafından yazılan senaryo ve yine Oscar ödüllü Elmer Bernstein imzalı müzikler gibi potansiyel olarak güçlü yanları olan film Wilde’ın aksamayan yönetmenliği ama vasatı da pek aşamayan oyunu ile sanki bir fırsatı kaçırmış gibi görünüyor daha çok. İlk bölümü hemen tamamen evin içinde geçen ve sık sık bir tiyatro oyunu havasını veren (olumsuz anlamda söylemiyorum bunu) film ikinci yarısında kar fırtınasının kapadığı yolları kullanarak bir dağı aşmaya çalışan karakterlerini gösteriyor bize. Bunu yaparken de özellikle ilk bölümde yeterince akıcı ve ikna edici olmasa da karakterler arasındaki ilişkiler ve sırları ortaya döküyor. İşte kaçırılan fırsat tam da bu alanda kendisini gösteriyor. Üç farklı erkeğin cinsel ilgi alanında yer alan kadının (Jean Wallace senaryonun yeterince güçlü bir destek vermemesine rağmen aksamadan oynuyor ve filmin çetedeki kadını oynayan Lee Grant ile öne çıkan iki isminden biri oluyor) hikâyesi zaman zaman örneğin bir Tennessee Williams’ın elinde çok çarpıcı yönlere sapabilecek bir potansiyeli hissetirse de film bunu süratle bir kenara koyup daha yüzeysel gelişmeler ile ilerlemeyi tercih ediyor. Oysa o gerilimli ve korkulu anlarda rujunu sürüp saçlarını açan kadının geçmişteki trajedileri ve şu anda içinde bulunduğu durumun neden olduğu dehşet duygusu akıllıca tasarlanmış şık bir cinsel gerilim ile birlikte sunulabilse film kesinlikle çok daha üst bir düzeye çıkabilirmiş. Bunun yerine hikâye bu potansiyelini sadece anın gerilimini artırmak için kullanıyor ve böylece ciddi bir fırsatı tepiyor. Böyle olunca da finaldeki “yeni aileyi” nasıl karşılamak gerektiği konusunda seyircisini ikilemde bırakıyor örneğin. Benzer şekilde çocuğun babası ve amcası arasında kalması, babanın iktidarsız (her anlamda) karakteri ve sert fiziksel güç karşısındaki ezikliği de bir parça zayıf kalıyor seyirciyi etkilemek açısından.
Kaçırılan fırsatlara ve çocuk karakterine kimi anlarda inandırıcılığı zorlayacak şekilde yüklenen misyona rağmen Wilde’ın bu ilk yönetmenliğinin sonucu yine de ilgiyi hak ediyor. İlk bölümünde karakterler arasındaki çatışma ve ikinci bölümde karla kaplı dağlarda yapılan yolculukta karakterlerin birer birer elenmesi kesinlikle filmi seyre değer kılıyor. İki kadın oyuncusunun başarılı performanslarının da süslediği film her biri “yaralı” olan karakterleri ile 1950’lerin B sınıfı kara filmlerinin ilginç bir örneği olarak nitelenmeyi de hak eden bir çalışma.
(“Fırtına Öncesi”)