27 Mayıs 1960 darbesi, 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 darbe girişimlerinin doğrudan veya dolaylı olarak parçası olan Adnan Çelikoğlu’nun 2010 tarihli anı kitabı. 2002’de vefat eden Çelikoğlu’nun kitabını bu darbe ve darbe girişimleri sırasında yedek subay olarak orduda bulunan ve olayların önde gelen ismi Talat Aydemir’in basın sözcülüğünü yapan Ergin Konuksever hazırlamış yayına. Çelikoğlu’nun yaşananların içinde olması kitabı değerli kılan unsurlardan biri kuşkusuz; kişisel olanlar dışında belki çok yeni şeyler söylemiyor ve birtakım sırları ifşa etmiyor kitap ama her darbenin kaçınılmaz olarak geçtiği ortak süreçlerin belgesi olarak ve darbeler konusunda mutlak doğruların olup olmadığını sorgulatması ile önemli bir yapıt bu. Tüm bu darbe ve girişimlerinin yanında veya karşısında ya da duruma göre bazen karşısında bazen de yanında olan diğerlerinin anıları ile birlikte okunması gereken ve böylece aynı eylemin veya olayın herkes tarafından nasıl farklı algılandığını ve algılanmasını istediğini gösterecek olan ilginç bir eser bu. Başta darbeler konusu olmak üzere, Türkiye’nin politik geçmişi, bugünü ve geleceği ile ilgilenen herkesin okumasında yarar var.
Kitabı yayına hazırlayan ve eserin başında Adnan Çelikoğlu hakkında kısa bir yazısı olan Ergin Konuksever’in belirttiğine göre Çelikoğlu’nun eşi kendisinin lisede edebiyat öğretmeniymiş. Bu ilginç tesadüf ikisi arasındaki ilişkinin başlangıcı olsa da, kitapta anlatılan olaylar sırasında yan yana düşmüşlükleri de var. Konuksever, Çelikoğlu’nu “değerli kurmay subay, aziz ve dost yürekli, cesur” sözleri ile överken bu kısa yazıda 27 Mayıs için iki kez “devrim hareketi” ifadesini kullanıyor. 1963’ten itibaren “Hürriyet ve Anayasa Bayramı” olarak kutlanan bu darbenin bayram özelliğini 1981’de kaldıran ise 12 Eylül 1980 darbesi ile iş başına geçen Milli Güvenlik Konseyi olmuş ve karar şu sözlerle duyurulmuştu: “Bugün 1961 Devriminin ve dolayısıyla 1961 Anayasasının kutlandığı gündür. Ancak özellikle 1970’li yıllardan itibaren meydana gelen gelişmeler sonucu 1961 Anayasasının toplum bünyemize uygunluğu tartışılır hale gelmiş ve bayram günü halk arasında etkinliğini yitirmiştir. Bu nedenle 27 Mayıs resmi bayramlar arasında sayılmamıştır”. 12 Eylül darbecileri, kendilerinden önce darbe yapanları eleştirmeyerek kendi darbelerini de meşru gösterirken, öte yandan da 1961’in özgürlükçü anayasasının yerine yenisini koymanın gerekçelerini de hazırlamışlar bu ifade ile. Neticeleri ne olursa olsun 27 Mayıs’ı lanetlemeli mi, yoksa hâlâ gerisinde olduğumuz ve gittikçe daha da uzaklaştığımız 1961 Anayasası’nın özgürlükçülüğünü öne çıkararak devrim olarak mı adlandırmalı bunu Konuksever’in yaptığı gibi? Hemen her politik ve toplumsal konuda olduğu gibi, her iki argümanın da doğruları ve yanlışları var; Adnan Çelikoğlu’nun kitabı ise doğrudan bu yargıyı dile getirmese de hiç, şunu öne sürüyor temel olarak: Darbeler yanlıştır ama yapacak başka bir şey kalmadığı zaman… Çelikoğlu 27 Mayıs’ı doğru ve kaçınılmaz buluyor ama sonrasında yapılan yanlışların 22 Şubat 1962, 21 Mayıs 1963, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980’e giden yolu açtığını söylüyor. Dolayısı ile 27 Mayıs’ın kendisinin değil ama uygulamalarının yanlışlığını vurguluyor. Darbelerin sonuçları için iki karşıt örnek verilebilir konu üzerinde düşünmek isteyenlere: Latin Amerika ülkelerindeki hemen tamamı ABD destekli veya onaylı darbeler o topraklarda demokrasi ve insan hakları konusunda korkunç sonuçlar yarattı ve yaratıyor; Portekiz’de 25 Nisan 1974’te gerçekleşen “Karanfil Devrimi” darbesi ise ülkedeki faşist Salazar diktatörlüğünün devamı olan rejimi sona erdirmiş ve demokrasiye giden yolu açmıştı.
Adnan Çelikoğlu kısa önsözünde 27 Mayıs’ın hazırlıklarının 1955’de başladığını söylüyor ve ilgili herkesin bu darbe hakkında bildiğini yazması gerektiğini ve tarihçilerin bu sayede doğru kararı verebileceklerini söylüyor, bir bakıma kitabı yazma gerekçesi de olarak. İkinci Cumhurbaşkanı İnönü’nün 1939’da Harp Okulu’nda yaptığı bir konuşmadaki cümlesini alıntılamış kitabının ilk sayfasında yazar: “İkinci sınıftaki Harbiyeli, birinci sınıfa nazaran Cumhurbaşkanlığı’na bir yıl daha yaklaşmıştır”. Ülkenin İnönü’den sonraki 5 cumhurbaşkanının da asker kökenli olduğunu düşünürsek cümle doğru elbette ve Çelikoğlu’nun bu alıntıyı kullanma nedeni askerlerdeki darbe düşüncesinin “doğal”lığının gerekçelerinden birini izah etmek; “her Harbiyeli’nin gönlünde yatan ideal” diyor İnönü’nün bu cümlesi için Çelikoğlu. Ülkenin kurucularının Kurtuluş Savaşı nesli olması ve onların hassasiyetlerinin o dönemde ve daha sonra da uzun bir dönem boyunca ülkeye hâkim olmasını bir başka etken olarak gösteriyor Çelikoğlu ve sivil hükümetlerin Demokrat Parti örneğinde olduğu gibi bu hassasiyetlerden uzaklaşmasının askerlere kendilerinde müdahale hakkı ve sorumluğu görmelerine yol açtığını öne sürüyor. “1950 ile 1960 arasındaki olayların kökeninde bu çok eski dostluk, arkadaşlık ve sempatinin yanı sıra, anlaşmazlıklar ve düşmanlıkların yattığını” ifadesi ile de Atatürk, İnönü, Bayar, Kurtuluş Savaşı komutanları ve bazı siyasetçiler arasındaki ilişkileri işaret ediyor ve “ordunun demokrasiye hazırlanmadığı”nı söylüyor Çelikoğlu.
Kitabın başında kendi hayatını anlatan yazar bir bakıma Cumhuriyet’in aydınlıkçı bakışına ve her vatandaşına eşit yaklaşma idealine övgülerde de bulunuyor. Kimya öğretmeninin Zeki Alasya’nın babası (Reşat Alasya), edebiyat öğretmeninin ise Namık Kemal’in oğlu (Ali Ekrem Bolayır) olduğu askerî lise yıllarında kendilerini yetiştirenlerin İkinci Meşrutiyet’in ilanı ile sonuçlanan 1908 İhtilali’ni yapan nesil olduğunu ve bunun da askerî okullarda yetişenlerin düşünce yapılarının oluşmasındaki, örneğin kendilerini ülke yönetiminde ve kötü gidişe dur demede “askerin sorumluluğu” adına yetkili görmelerindeki faktörlerden biri olarak gösteriyor. Burada kendisinin de okuduğu askerî liselerin önemini ve kapatılmalarının büyük bir yanlış olacağını vurguluyor. Bu liselerin 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimi tarafından kapatıldığını da söylemiş olalım bu arada.
Adnan Çelikoğlu’nun ordunun kimi politikacılardan ve buna bağlı olarak sivil yönetimlerden soğumasının farklı örneklerini veriyor kitapta. Bunlardan biri Orgeneral Mustafa Muğlalı hakkında: İnönü’nün bir zamanlar “Kara Aslanım” dediği paşayı “demokrasiye geçişin ilk kurbanı” olarak tanımlıyor yazar ve bu olayın onun ordu gözündeki itibar ve sevgisini büyük ölçüde yitirmesine neden olduğunu belirtiyor. Muğlalı’nın kaçakçılık yapanları kurşuna dizdirerek öldürüp, kaçmaya çalışırken öldürüldüklerini iddia eden bir tutanak tutturmasını sadece “kanunsuz uygulama” olarak niteleyip detayına girmemesi Çelikoğlu’nun bakış açısını göstermesi açısından önemli elbette. Aynı olayla ilgili olarak bir başka 27 Mayısçı Orhan Erkanlı da şöyle DP’yi eleştirerek şunları söylemişti: “Demokratlar, bitmez tükenmez müsademelerde, eşkıya takiplerinde şehit düşen Türk ordusunun evlâtlarının hesabını soracak yerde kendi siyasi çıkarları uğruna, Kâzım Karabekir’den sonra Doğu’da ilk defa nisbi bir sükunet sağlayan büyük kumandan Muğlalı’yı mahkeme huzuruna çıkarmayı tercih ettiler. Elbette bu uygulamadan devrin hükümetlerinin ve İnönü’nün de haberi vardı. Fakat yiğit Muğlalı, askerliğin, kumandanlığın ezeli kuralına uyarak (“kumandan yapılan ve yapılmayan her şeyden sorumludur”) suçlamaları üzerine aldı ve neticede ölüme mahkûm edildi”. Burada hükümetin suçu sadece Muğlalı’nın üzerine atması eleştirisi doğru kuşkusuz. Cumhuriyet tarihinde ordu içindeki ilk hareket olarak tanımladığı, 1943’te S.O. rumuzu ile ordu içinde dolaşan ve kimin yazdığını bilmediğini söylediği mektuplarda dile getirilen rahatsızlıkların, sivil hükümetlere güvensizlik, ordunun ihtiyaçlarının ihmal edilmesi ve CHP’nin DP’ye karşı verdiği ve ülkenin kuruluş değerlerinden uzaklaşılmasına yol açan tavizlerin sonucu olduğuna inanıyor Çelikoğlu. Kitabın alt başlığına (“27 Mayıs Öncesi ve Sonrası”) uygun olarak bu ve benzeri pek çok örnek darbe sürecini öncesi ve sonrası ile izah etmek için kullanılmış.
“Türkiye’nin 1960 İhtilali’ne nasıl getirildiği ve bunun sorumlularının kimler olduğunu aydınlığa çıkarabilmek” diyor amacını belirtirken Çelikoğlu. Türk ordusunun durup dururken ihtilal yapmayacağını söylüyor ve “Türk subayı hiçbir zaman bu memleketi diktatörlükle idare etmek istememiş… en kısa zamanda demokrasiye geçmek için acele etmiştir” diyor. 1946 seçimlerindeki usulsüzlüklerin tekrarlanmaması için, 14 Mayıs 1950 seçimlerinde Ankara’da bazı subayların nöbet tuttuklarını da hatırlatıyor. 27 Mayıs’ın ana nedeni olarak da “Celal Bayar başkanlığındaki kurucular heyeti ile TBMM üyelerinin davranış ve uygulamalarını” gösteriyor. 1950’de İnönü’den iktidarı devralan Bayar’ın “büyük siyasi hatalar işleyerek Türkiye’yi bir askeri müdahaleler ülkesi” haline getirdiği yargısında bulunuyor. 27 Mayıs’a giden yolda DP iktidarının, “ordunun gururunu kıran”lar da dahil pek çok hatasını sıralıyor kitap boyunca Çelikoğlu. İnönü’nün “Şartlar oluşunca ihtilal olur” cümlesinin tam anlamı ile arkasında durduğunu rahatlıkla söyleyebileceğimiz yazar “Türk ordusunun geleneksel demokrasi tutkusu”ndan söz ediyor örneğin.
Adnan Çelikoğlu’nun DP hükümetinde önce Savunma Bakanı Şem’i Ergin’in temsil bürosunda (ordunun sivili halkla bağlantısı için kurulan ve ABD ordusundaki yapılanmanın örnek alındığı kurum) ve daha sonraki bakan ve Aydın Menderes’in yakın arkadaşı Ethem Menderes’in emir subayı olarak görev yapması onun hikâyesini hayli ilginç kılıyor kuşkusuz. Darbecilerin -kimileri ile hayli yakın- ilişkileri ve hatta 1957 seçimlerinde DP’nin seçim gezilerine katılmış olması onu oldukça ilginç bir konuma yerleştirmiş ve o da bu konumunda tanık ve müdahil olduklarını anlatmış kitabında. İhtilalin kişilerin, ilişkilerin, kararların ve tesadüflerin etkilediği bir süreç olduğunu ve her devrimin “kendi çocuklarını yediğini” hatırlamamızı sağlıyor. CHP yönetimini, taraftarlarını ve İnönü’yü de en azından darbe sürecini hızlandıran tutumları nedeni ile eleştiren Çelikoğlu’nun 27 Mayıs darbesini yapanların başta Milli Birlik Komitesi ile ilgili olanlar olmak üzere hataları ile ilgili verdiğ örnekler, 12 Eylül 1980 darbesini yapanların derslerini iyi çalıştığını gösteriyor.
Kendi hatalarından da örnekler vermiş Çelikoğlu ve uygulamalarını kitabında sertçe eleştirdiği ve DP iktidarına yönelik tepkilerin önemli nedenlerinden biri olarak gösterdiği Namık Gedik’in intiharı ile igili bir suçluluk duygusunu da paylaşmı. Darbe sonrası gözaltında olan Gedik’in yanında yaptığı bir “patavatsızlığın” onun intihar etmesinde bir payı olup olmadığı hakkındaki sorgulamasını “düşünür, üzülür ve pişman olurum” sözleri ile ifade ediyor ama gereksiz / duyarsız bir “ancak elimden gelecek bir şey de yok” cümlesini de kuruyor nedense. 27 Mayıs, 22 Şubat ve 21 Mayıs olaylarının her birinde kaybedenlere uygulanan zulüm ve hukuk dışı yaptırım ve cezaların, tutulmayan sözlerin, hainlik ve dönekliklerin de örneklerini veriyor yakın tarihli 15 Temmuz girişimini akla getirircesine.
27 Mayıs’ın “yanlışlar”ını düzeltmek ve yarım kalan devrim hareketini tamamlamak için yola çıkan Talat Aydemir ve arkadaşlarının 22 Şubat ve 21 Mayıs girişimlerini de tanık oldukları ve duydukları ile anlatan yazar Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın ülke tarihinin yüz karası olaylarından biri olan idamları ile ilgili tartışmalarına kendisinin hiç dahil olmadığını vurguluyor birkaç kez. Aydemir’in idamlar konusunda Milli Birlik Komitesi üzerinde kurduğu baskının bu komiteye karşı Silahlı Kuvvetler Birliği adı altında örgütlenen ve 22 Şubat’ı gerçekleştiren grubun, Yassıada mahkemesi kararları ne yönde olursa olsun, aynen uygulanması kararının sonucu olduğunu söylüyor. 22 Şubat ve 21 Mayıs hareketlerinin “(Cumhuriyet) Halk Partisi’nin (1961 seçimlerinden sonra) iktidara tek başına gelemeyeceği anlaşılınca meydana çıktığına” inanıyor ve “Eğer Halk Partisi bu yenilgiyi baştan kabul etseydi ve taraftarlarına bunu empoze edebilseydi” yaşanmayabileceğine inanıyor.
Hem hükümetin hem darbecilerin içinde olmaktan, -kendi ifadesine göre- karışmadığı bir darbe girişimin içinde olmakla suçlanmaya, bazı darbecilerin kendisini DP sempatizanı görmesinden uğradığı kişisel ihanetlere ilginç bir yaşam öyküsü Çelikoğlu’nunki. Türkiye’nin en çalkantılı dönemlerinde olayların içinde olması da yazdığı kitabı okunmaya değer kılıyor. Kuşkusuz 27 Mayıs ve diğer darbe ya da darbe girişimleri hakkındaki kitaplar ile birlikte okunduğunda daha bütünsel ve daha tarafsız bir düşüncenin oluşmasına katkı sağlayacak eserin editörlüğü ile ilgili birkaç eksiği paylaşmakta da yarar var. Bu eksiklikler kitabın değerini kesinlikle azaltmıyor ama yine de giderilmeleri çok daha ilginç bir yapıtın ortaya çıkmasını sağlayabilirdi.
Bunlardan biri, ağırlığını fotoğrafların aldığı görsel malzeme kullanımı; tamamı Ergin Konuksever tarafından sağlanan bu malzemelerin tümü kitabın sonunda bir ek olarak yer almış. Oldukça değerli ve kitaba ve okuyana da katkı sağlaıyor bu görseller ama bunların tamamını sona yerleştirme kolaylığı yerine, kitaptaki ilgili metinlerin olduğu bölümlerde yer almaları çok daha uygun olurdu kuşkusuz. Bu biçimsel eksikliğin dışında içerikte de okuyucuyu bilgilendirmeye yönelik eklemeler yapılabilirdi. Bunların başında kitapta yer alan onca ismin, en azından olayları yaratanlar ya da onlardan etkilenenlerinkiler başta olmak üzere, “sonra”sı ile ilgili kısa notlar olmalıydı en azından. Böylece okuyucu daha bütün bir resme kavuşabilirdi ve ilgi duydukları için kendi araştırmalarını yapabilirdi. Yayına hazırlayanın bazı olaylarla ilgili ekleme ya da düzeltmeleri olmalıydı; örneğin Adnan Çelikoğlu idam cezası yaşı yetmişi geçtiği için 20 yıl hapse çevrilen Muğlalı’nın kahrından öldüğünü yazıyor ama aslında bu hapis kararının askerî yargıtay tarafından bozulduğu ve tekrar yargılanma kararı alındığı kısmını eksik bırakmış ki yayına hazıırlayanın eklemesi gereken bir bilgiydi bu. Bir de belirsiz bir konu var: Konuksever girişteki tanıtım yazısında Çelikoğlu’nun anılarını 1990’da kaleme aldığını yazıyor; oysa yazar “Demokrasi Tecrübesi” başlıklı bölümün başında “Elli yıl sonra, 1998 yılında, bu harekete bakarken düşüncelerim…” diye yazmış. Ya bu iki tarihten biri yanlış ya da 1990 Çelikoğlu’nun anılarını yazmaya başladığı tarih olmalı. Bu önemli; çünkü 1998’de MGK toplantısında alınan “28 Şubat kararları”nın da adı bir şekilde geçerdi ya da geçmeliydi kitapta diye düşünüyorum.