The Revenant – Alejandro G. Iñárritu (2015)

“Merak etme, evlat. Bunun bitmesini istediğini biliyorum. Yanındayım. Hep yanında olacağım. Asla pes etme. Beni duyuyor musun? Nefes alabildiğin sürece savaş. Nefes al, sakın durma”

1820’li yıllarda Amerika’da bir ayının saldırısına uğradıktan sonra arkadaşları tarafından ölüme terk edilen bir kürk avcısının hikâyesi.

Michael Punke’nin aynı adlı romanından yola çıkılarak oluşturulan senaryosunu Alejandro G. Iñárritu ve Mark L. Smith’in yazdığı ve yönetmenliğini Iñárritu’nun üstlendiği bir ABD yapımı. Punke’nin romanı gerçek bir karakter olan Hugh Glass üzerine John G. Neihardt’ın yazdığı bir şiirden (“The Song of Hugh Glass”) esinlenmiş ve bu şiir ayrıca Richard C. Sarafian’ın 1971 yapımı “Man in the Wilderness – Vahşi Adam” adlı filmine de ilham kaynağı olmuştu. Kürk ticareti için avcılık yapan ve rehberliğini yaptığı bir avcı grubu ile birlikte hareket eden Glass’ın hikâye boyunca yaşadıkları bir Yunan trajedisini aratmayacak bir içeriğe sahip ve gerçekte olan bitenlere elbette ekleme ve çıkarmalar -aslında Glass hiç evlenmediği ve bir çocuğu da olmadığı halde hikâyeye bir eş ve olan bitende önemli bir yeri olan bir erkek çocuk eklenmiş olması başta olmak üzere- yapılmış olsa da bir sinema filmi için çekici bir konu bu adamın hayatı. Başroldeki Leonardo DiCaprio’nun beş kez aday olup bir türlü alamadığı Oscar’ı nihayet kazanmasını sağlayan çok güçlü bir performans gösterdiği film Iñárritu için de bir teknik gösteri fırsatı olmuş gibi görünüyor ve yönetmen tek çekimle gerçekleştirdiği uzun sahneleri ile esere görkemli bir hava katmış. Epik bir intikam hikâyesini anlatmaya soyunan bir film için uygun bir tercih olmuş bu ve etkileyici bir görsel sonuç da çıkarmış ortaya. Görüntü yönetmeni Emmanuel Lubezki’nin tıpkı yönetmen ve DiCaprio gibi Oscar kazanmasını sağlayan görüntüleri ile de takdiri hak eden filmin bir parça uzatılmış gibi görünmek ve tüm o epik havasına rağmen zaman zaman bir yetersizlik havasından kaçınamamak gibi sorunları da var.

Görüntü yönetmeni Emmanuel Lubezki’nin tek bir sahne dışında tamamen doğal ışıklarla çalıştıklarını söylediği film bir karakterler hikâyesi olduğu kadar bu karakterlerin içinde yaşam mücadelesi verdikleri doğanın da hikâyesi aynı zamanda. Çekimleri ağırlıklı olarak Kanada’da ve ek olarak ABD, Arjantin ve Meksika’da gerçekleştirilen film kürk ticareti uğruna insanüstü bir mücadele veren karakterlerin bu doğa içinde yaşadıklarını ve hayatta kalabilmek için onun koşullarına karşı verdikleri mücadeleyi teknik ve görsel gücü çok kuvvetli bir şekilde anlatıyor bize. Doğanın hikâyenin önemli bir karakteri olmasını sağlayan bu başarıda hem Lubezki’nin hem de başta yönetmen ve oyuncular olmak üzere tüm kadronun payı var. Örneğin toplam on iki dalda aday olduğu Oscar’ı üç dalda kazanan filmin bu ödüle sahip olmayı başaran oyuncusu Leonardo DiCaprio müthiş bir fiziksel oyunculuk göstererek hikâye boyunca karakterinin bir “doğa adamı” olduğuna ikna ediyor bizi kolaylıkla. İki buçuk saati aşan bir hikâyenin baş kahramanı olup çok az konuşan (yaklaşık on dakika) bir karakteri onun bedenine ve ruhuna girerek çarpıcı bir biçimde yaratıyor ünlü oyuncu.

Beyaz adamların Amerika’nın “keşfi”nden itibaren altınla başlayıp her türlü canlı ve cansız maddeye uzanan sömürü düzenlerinin uygulamalarının örneklerinden biri olan kürk avcılığı ve ticaretini yapan beyazları ve o toprakların sahipleri yerlileri farklı özellikleri ve öncelikleri ile hikâyenin parçası yapan film kötülüğün ve vahşetin kaynağının beyazlar olduğunu -ana konusu yapmasa da- söylemekten geri durmayan bir çalışma. Bir beyaz olan kahramanının yerli bir kadından bir çocuk sahibi olması ve bu oğlanın yaşadıklarının hikâyenin gelişiminde önemli bir yeri olması da bu amaca hizmet ediyor ve film Hollywood’un bir zamanlar “uygar beyazlar vahşi kızılderililere karşı” klişesi ile yüzlerce örneğini ürettiği bir sinema anlayışının tam karşısında duruyor olması gerektiği şekilde. Yerlilerin avcıların kampına baskın yaptığı ilk sahnedeki tavrından başlayarak kahramanımızın iyi yürekli ve güçlü bir karaktere sahip olduğunu gösteren film onu tavrı ve inançları ile yerlilerin tarafına koyuyor bir bakıma; hikâyede yerlilerin sert ve hatta vahşi yanlarını onların o doğa koşulları içinde hayatta kalabilmesinin gereği olarak gören bir film bu.

Teknik başarısına olumsuz tek bir eleştiri getirilemeyecek bir sonuç var ortada. Hugh Glass’ın ayının saldırısına uğradığı bölüm benzeri sahnelerin bugüne kadar erişebildiği en yüksek düzeye sahip örneğin. Efekt kullanımının doğallığı hemen hiç bozmadığı filmde Alejandro G. Iñárritu’nun tercihi insanın doğasını yalın ve sert bir biçimde göstermek olmuş ve bu nedenle benzeri bir aksiyon / macera filminin görsel ihtişam için başvuracağı yapaylıklardan uzak durmuş olması gereken bir şekilde. Bir “diriliş” hikâyesini başka temaları da (intikam, hırs, vicdan, aile, baba ve oğul ilişkisi gibi) katarak anlatan film -hikâyeye içerik olarak her zaman aynı katkıyı sağlayamasa da- teknik başarısını pek çok farklı sahnede gösteriyor seyirciyi uzun süresine rağmen kendisine bağlayacak biçimde. Ölüme terk edilen adamın “diriliş”inden kahramanımızın tüm kaçma anlarına, yerlilerin oku ile vurulan adamın atı ile birlikte uçurumdan düşme sahnesinin göz kamaştıran teknik başarısından finaldeki ikili yüzleşme anının abartılmamış ve doğal kılınmış görkemine farklı sahnelerde yönetmenin başarısı kendisini sık sık gösteriyor.

Filmin adını da aldığı ana teması somut veya somut olarak farklı şekillerde karşımıza çıkıyor: Adamın diri diri gömüldüğü topraktan çıkışı, bir yerlinin onun ölümcül yaralarını tedavi etmesinden sonra düşünde gördüğü ve artık hayatta olmayan eşi ve oğlunun onu hayata geri döndüren sesleri ve görüntüleri ve soğuk fırtınadan korunmak için iç organlarını çıkarıp içinde saklandığı atın cesedinden dışarı çıkması bu yeniden doğuşun somut yanı da olan sembolleri olurken, finalde “İntikam yaradanın işidir” cümlesini söyleyerek yaptığı da bir başka diriliş (arınarak yeniden doğuş anlamında) gösterisi oluyor. Sert, güçlü, bilgili, akıllı, âdil ve iyi yürekli adamın trajedilere yakışan hikâyesinde genç bir avcı karakteri üzerinden de vicdan ve yanlış ile doğru arasında seçim yapmanın yükünü anlatan filmde Alva Noto ve Ryuichi Sakamato imzalı müzikler de kendilerini öne çıkarmadan hikâyeye önemli bir katkı sağlamanın parlak bir örneği olarak kullanılmışlar. Hırslı ve kötü yürekli avcıyı canlandıran ve bir bakıma Amerika’yı keşfeden beyazların kıtaya getirdiği tüm kötülüklerin sembolü olan John Fitzgerald rolündeki Tom Hardy’nin de sıkı bir performans sunduğu film gerilimi çok iyi ayarlanmış son yüzleşme sahnesi ile de etkiliyor seyirciyi. Balta, bıçak ve yumrukların silah olduğu bu yüzleşme ortalığın kan gölüne dönmesi ile zaman zaman zaman dozu kaçan sertliğin de bir örneği oluyor ve gerçekçiliğini kameraya sıçrayan kanı da bize gösterecek kadar ileri taşıyan filme parlak bir kapanış sağlıyor.

Herkesin vahşi olduğu (Kürk ticareti yapan Fransızların astıkları bir yerlinin üzerine yazdıkları “Hepimiz vahşiyiz” sözü bunu işaret ediyor olsa gerek) bir dünyada geçen bir trajik hikâyeyi anlatan film tüm o görsel gücüne ve kurulan atmosferinin çekiciliğine rağmen zaman zaman bir “boşluk” hissine neden de oluyor. Buna çatışan iki karakter arasındaki sürtüşmeye yeterince (ve hedeflediği kadar) epik bir hava verememesi, bazı sahnelerin tekrar hissi yaratması ve yerlilerin genellikle bir dekorasyon malzemesi boyutunda kalması yol açmış gibi görünüyor. Seyrettiğimiz vahşi trajedinin bir “Bir Ülke Doğuyor” hikâyesi olduğuna ve bu doğumun bir katliam, sömürü ve soykırımın sonucu olduğuna hiç değinmemesi ise filmin daha üst bir düzeye ulaşmasına engel olmuş kesinlikle.

(“Diriliş”)

Birdman or (The Unexpected Virtue of Ignorance) – Alejandro G. Iñárritu (2014)

Birdman“Kimin için anlamı var? Üçüncü çizgi roman uyarlamasından önce, kuş kostümünün içindekinin kim olduğunu insanlar unutmaya başlamadan önce vardı bir kariyerin. Tek dertleri oyun bittikten sonra kahve ve pasta için nereye gidecekleri olan bin zengin ve yaşlı beyaz için, 60 yıl önce yazılmış bir kitaptan uyarlanmış bir oyun sahneliyorsun. Yüzleş baba, bunun sanatla ilgisi yok! Bunu yeniden gündeme gelebilmek için yapıyorsun. Gündeme gelebilmek için insanların her gün savaştığı bir dünya var dışarıda ve sen böyle bir dünya yokmuş gibi davranıyorsun. Kasten görmezden geldiğin ve seni çoktan unutan bir dünyada olup bitiyor her şey. Gerçekten, kimsin sen? Blogger’lardan nefret ediyorsun. Twitter ile dalga geçiyorsun. Facebook sayfan bile yok. Var olmayan asıl sensin. Bunu yapmanın nedeni, tıpkı bizler gibi senin de önemsenmemekten korkuyor olman. Biliyor musun, haklısın. Önemsenmiyorsun. Önemli değilsin. Alış buna.”

Popüler fantastik filmlerde “KuşAdam” adındaki bir süper kahraman olarak ün kazanan ama sanatsal işleri ile önemsenmeye çalışan bir oyuncunun bir tiyatro oyununu sahnelemeye çalışırken yaşananların hikâyesi.

2015’in Oscar ödüllerine dokuz dalda aday olan ve aralarında en iyi filme verileninin de bulunduğu dördünü kazanan bir film. 2000 tarihli “Amores Perros – Paramparça Aşklar Köpekler” filminin gördüğü başarı üzerine Amerikan sinemasının “el koyduğu” Meksikalı sinemacı Alejandro G. Iñárritu’nun yönettiği ve üç başka isimle birlikte senaryosunu yazdığı film, bir aktörün Raymond Carver’ın “What We Talk About When We Talk About Love” adını taşıyan öyküsünü tiyatroya uyarlarken içine girdiği sorgulamaları anlatıyor temel olarak. Bol konuşmalı ve güçlü diyalogları olan bir senaryo, yönetmenin hareketli ve uzun tek çekimlerden oluşan ve filme adeta bir defada çekilmiş havası veren mizanseni, güçlü oyunculukları ve popüler bir filme pek uygun değil gibi görünen konusunu çekici kılmayı başarması ile dikkat çeken bir çalışma bu. Ne var ki güçlü diyalogların bir süre sonra filmin derdinin altını kalın çizgilerle çizen bir havaya bürünmesi, teknik başarının örttüğü bir içerik probleminin kendisini hissettirmesi ve başta Oscar olmak üzere aldığı onca ödülü izah eden ve kutsanan sanatçının kendisine narsist bakışı gibi hayli önemli unsurlar var ki filme ciddi zarar veriyor sinema değeri açısından.

Oyunun hemen tamamı bir tiyatro binasının içinde geçiyor ve kamera dışarı çıktığı anlarda da ya binanın çevresinde dolanıyor ya da çatısından, anlattığı sanat ve sanatçı dünyasının dışında kalan bizlere bakıyor. Evet, Hollywood kendisine bakmayı sever ve bunu vasatın üzerine çıkarak yapmayı başaran her filmi de mutlaka ödüllendirir. Narsist bir dünyadır çünkü Hollywood ve oyunculuk da bir parça narsist olmayı gerektirir sonuçta. Burada bu narsizm doruk noktasına varıyor ve endişeleri, heyecanları, kavgaları, başarıları ve savaşları ile film bizi oyuncuların hikâyesinin tam ortasına bırakıyor ve onlara hayran hayran bakmamızı istiyor. Üstelik bunu filmin hikâyesini ilk duyduğunuzda hiç öngöremeyeceğiniz bir dinamizm ile yapıyor. Uzun planlar ile sahneler birbirine bağlanırken, hayli akıllı bir “koreografi” ve kurgu sanki tüm film bir defada çekilmiş havası veriyor ve seyirciden hayranlık çığlıklarını bekliyor sürekli olarak bu tercihleri ile. Hakkını vermek gerek aslında; Iñárritu’nun teknik becerisine ve göz alıcı sahneleme anlayışına diyecek yok. Tüm sahneler birbirine çarpıcı bir şekilde bağlanıyor, hayli zor bir oyunculuk ve koreografi becerisi gerektiren bu sahnelemede oyuncular hiç aksamıyor ve film zaman zaman adeta bir aksiyon filminin temposunu kazanıyor. Hareketli kamera tiyatro binasının içinde, çatısında ve sokağa çıkarak etrafında dolanırken hemen her zaman çekici bir görüntü getiriyor karşımıza. Bunu yaparken de kimi gerçekten çarpıcı kareler de yakalıyor: Aktörün sinemada canlandırdığı süper kahraman “KuşAdam”ın bir iç ses olarak aktöre “sanatsal” denemeleri bırakıp tekrar popüler filmlere dönmesini söylediği sahnelerin bir kısmı oldukça etkileyici. Özellikle bu iç sesle ilk karşılaştığımız anlar hayli parlak ama gereğinden fazla kulanılan bu öğe bir süre sonra tekrara düşüp, senaryonun mesajlarını verme aracı olarak kullanılan kaba bir öğeye dönüşüyor. Sahnelenecek oyunun provaları ve öngösterimleri sanatçı egosu üzerine ima ettikleri ile hayli etkileyici ve filmin kendi hikâyesi ile akıllı bir şekilde ilişkilendirilmiş olması ile ayrıca önemli. Sürpriz bir patlama/aksiyon sahnesi de seyirciyi hazırlıksız yakalaması ile dikkat çeken bölümler arasında. Elbette, aktörü canlandıran Michael Keaton’ın talihsiz bir kaza sonucu üzerinde sadece iç çamaşırı olduğu halde New York sokaklarında koşmak zorunda kalması da hatırlanacak bir sahne olacak her zaman bu filmden.

Antonio Sanchez’in hayli etkileyici ve hikâyeye kattığı tedirginlik ile dikkat çeken ve kötü bir şeyler olacağını haber veren bir havası olan müziğinin çok başarılı olduğu filmde Hollywood, evet kendisine bakıyor. Diyaloglarda sık sık kulağımıza çalınan gerçek oyuncuların isimlerinden çeşitli filmlere göndermelere Hollywood’un bir endüstri olarak sanatçılara yaşattığı ticarî ve sanat filmleri ikileminden filmde önemli bir yardımcı rolde olan Edward Norton’un karakterinin tıpkı Norton’un kendisi gibi çalışması zor bir oyuncu olmasına kadar uzayıp gidiyor bu kendine bakma işlemi. Filmde adama söylenen “Hep böyle yapıyorsun; gerçekten sevilmekle hayran olunmayı karıştırıyorsun” sözünü filmin kendisi için de rahatça kullanabiliriz sanırım. Bu film de -farkında olduğu tüm kusurlarına rağmen- kendisine hayran olan ve bu hayranlığı seyircinin hayranlığı ile sürekli olarak beslemek isteyen bir kurumun bitmek bilmeyen sevgi ihtiyacını dile getiriyor bir bakıma.

Eleştirmenle konuşma/tartışma/lâf geçirme sahnesinde olduğu gibi hayli güçlü diyaloglar var filmde ve bunların bir kısmı özellikle o dünyanın parçası olan veya en azından o dünyaya aşina olanlar için ek bir etkileyiciliğe sahip olsa gerek. Alınan Oscar’ları açıklayan bir unsur da bu elbette. Zengin bir kadrosu olan filmde Michael Keaton ve Edward Norton senaryonun kendilerine sağladığı imkânları sonuna kadar ve çarpıcı bir performansla kullanıyorlar ve gerçekten döktürüyorlar. Diğer oyuncular da kesinlikle çok başarılılar ve içlerinden Zach Galifianakis ve Sam Stone özellikle öne çıkıyorlar rollerinin ağırlığının da katkısı ile. Emmanuel Lubezki’nin akışkanlığı yüksek bir sıvı gibi kayarak/akarak hareket eden kamerası bu oyuncuları ustalıkla takip ediyor ve tüm hareketliliğine rağmen varlığını hissettirmemeyi başarıyor.

Hiperaktif bir film bu ve oyunculuk denen canavarlık üzerine, birer canavar olan oyuncuların egoları üzerine bir çalışma. Bu egoyu tüm çıplaklığı ile ortaya koymaya soyunan filmin tüm gösterdiği olumsuzluklara rağmen bu egoya hayran olduğu da açık ve bu bağlamda pek de tarafsız olduğu söylenemez. Zaten film de sevilmeyi değil hayran olunmayı ve takdir edilmeyi bekliyor ki bunu fark ettiğiniz andan itibaren samimiyetini sorgulamaya ve hikâyeye daha mesafeli bakmaya başlıyorsunuz. Bu rahatsız edici duruma filmin karakterleri, yan hikâyeleri ve mesajları ile sürekli bir cazibe yaratmaya çabalamasının neden olduğu üstünüze gelme halini de eklemek gerekiyor. Elbette kesinlikle görülmeyi hak eden bir film bu, şımarıkça hayran olunmayı talep etmesine rağmen.

(“Birdman veya (Cahilliğin Umulmayan Erdemi”)