To Catch a Thief – Alfred Hitchcock (1955)

“Kolye sahte olabilir ama ben değilim”

Kendisinin yöntemlerini uygulayan bir mücevher hırsızını yakalayarak masumiyetini kanıtlamak isteyen bir eski hırsızın hikâyesi.

“Thriller” türündeki filmlerin ustası Alfred Hitchcock’tan romantizmin ve mizahın hayli ağır bastığı ve tam da bu nedenle yönetmenin filmografisinin en parlak işleri arasına giremeyen ama ne olursa olsun sadece bir Hitchcock filmi olması ile bile kesinlikle sinema tarihinin görülmesi gerekli filmleri arasına girmiş bir çalışma. Polisiyesi veya asıl suçlunun kim olduğu üzerine odaklanan gerilimi yeterince ilgi çekemeyen film Riviera’nın muhteşem görüntülerine dayalı başarılı görüntü çalışması (Hitchcock ile pek çok filmde çalışmış olan usta isim Robert Burks’ün eseri bu görüntüler), yönetmenin diğer filmlerinde rastlanmayan ölçüde erotizm (ama sadece iması elbette) ve Grace Kelly’nin çarpıcı kostümleri başta olmak üzere çeşitli unsurları ile ilgiyi hak ediyor.

Hitchcock’un alamet-i farikası olan türden sahnelerin eksikliğini hayli hissettiren bir film karşımızdaki. Zaman zaman düz bir anlatım ile ilerleyen film bu açıdan Hitchcock’un izlerini en az taşıyan çalışmalardan biri olsa gerek. Yönetmen daha basılmadan haklarını satın aldığı ve David Dodge tarafından yazılan romanın içeriğine belki çok güvenmiş ama film çeşitli eksiklikleri nedeni ile o büyük klasiklerin arasına giremiyor. Bir Hitchcock filmi düşünüldüğünde sıkı bir sinemasever arka arkaya pek çok unutulmaz ve yönetmenin teknik ustalığını sergilediği sahneyi hatırlar. Burada ise bu sahneler, yönetmenin teknik becerisinden çok bu sahnelerdeki Grace Kelly ile Cary Grant arasındaki zekâ yarışının sonucu olan ve özellikle erotik imalar ile dolu diyaloglar ile dikkat çekiyor. Piknikteki “göğüs mü but mu?” sorusu örneğin veya arka plandaki pencereden görünen Riviera üzerindeki havai fişekler fonu önündeki ikili sahnenin tamamındaki diyaloglar bu duruma örnek olarak gösterilebilir.

Filmi çekici kılan bir diğer unsur ise Riviera’nın kendisi. Hitchcock ve Burks işbirliği ile ortaya seyri gerçekten keyifli ve bölgenin tüm güzelliğini ortaya koyan çok şık görüntüler çıkmış. Grant’ın evi ve evin konumu başta olmak üzere hikâyeyi bir kenara bırakıp filmin sergilediği güzelliklerin büyüsüne kapılmamak imkânsız. Öyle ki filmin yaratıcıları bile bu büyüye fazlası ile kapılmışlar gibi ve örneğin bir araba takibi sahnesinde arabalar sık sık görüntüden çıkarken uçaktan yapılan çekimde kamera Riviera’nın olağanüstü güzellikteki kıyılarını taramaya devam ediyor. Grace Kelly’nin filmde araba sürdüğü yollardan birinde 1982’de geçirdiği kaza sonucu öldüğü bilerek seyredildiğinde Riviera’nın etkisi çok daha yüksek oluyor kuşkusuz. Riviera’nın güzelliğine bir de Kelly’nin ve başta onunkiler olmak üzere tüm kostümlerin güzelliğini eklemek gerek. Kelly’nin plaj kıyafeti ama özellikle de baloda giydiği altın sarısı kıyafet sanatçının güzelliğini kat be kat çarpıcı kılarken filmin şıklığının da temel kaynaklarından biri oluyor.

Fransızların kendi aralarında Fransızca konuşmasının (zaten olması gereken ama Hollywood düşünüldüğünde oldukça şaşırtıcı bir durum) dürüst yanlarından birini teşkil ettiği filmde Kelly’nin daha önce de birlikte çalıştığı Hitchcock’un “fetişi” olan soğuk ve seksi sarışın rolünden biraz fazla hızlı sıyrılması rahatsız edici olabilir ama ne olursa olsun sonucun başarısı tartışma kabul etmeyecek kadar açık; Kelly tam bir güzellik tanrıçası olarak hikâye boyunca göründüğü her sahnede seyircinin ilgisini kendisine çekmeyi başarıyor. Cary Grant karakteri için biraz fazla yaşlı bir görüntü içinde ve Kelly ile uyumlu bir çift gibi görünmüyorlar ama filmin tümüne sinen şıklık çifti de bir şekilde şık kılıyor ve bu durum pek de rahatsız etmiyor seyredeni. Hırsızın gerçek kimliği konusunda sürprizini çok da şaşırtıcı kılamayan hikâye sonuç olarak pek de önemli değil bu filmde ve anlaşılan yaratıcıları hikâyeye değil başta Riviera ve Grace Kelly olmak üzere daha dünyevi güzelliklerin peşine takılmamızı istemişler. Hiç de şikayet edilecek bir istek değil bu elbette. Sadece fondaki havai fişeklerin önünde yaşanan baştan çıkarma sahnesi bile mekânın nerede ise karakterlerinden biri olduğu bu filmi seyretmek için yeterli bir neden.

(“Kelepçeli Aşık”)

Stage Fright – Alfred Hitchcock (1950)

“Umarım nasıl olduğu sorulduğunda, gerçekten nasıl hissettiğini söyleyen insanlardan değilsindir”

Bir ünlü sanatçı, onun sevgilisi, o sevgiliye aşık bir oyuncu adayı ve bir dedektif arasında geçen cinayet, masumiyet ve aşk hikâyesi.

Alfred Hitchcock’un başyapıtlarının arasında nispeten gölgede kalan bir film. Bir romandan uyarlanan senaryo bir yandan dram ve polisiye üzerinden bir gerilim filmine aracılık ederken diğer yandan da bu gerilim atmosferini zaman zaman mizah ile dengelemeye çalışmış. Bir başyapıt değil ve pek çok Hitchcock filminden geriye kalan kült olmuş sahneler açısından zayıf ama yine de ustanın izlerini taşıyan, seyri keyifli ve klasik sinemanın tadını taşıyan bir film karşımızdaki.

Marlene Dietrich ve Hitchcock iş birliğinden daha üst düzey bir sonuç çıkabilir ve Dietrich daha çarpıcı bir karakter aracılığı ile daha etkileyici bir performans verebilirdi belki ama sonuçta onu bir filmde ve örneğin “La Vie en Rose” söylerken izlemek her zaman cazip bir aktivitedir. Buradaki eksiklik belki filmin finali ile tutarlılığı sağlamak adına filmde zaman zaman beliren “femme fatale” havasının yeterince işlenmeden kalmış olması. Jane Wyman rolünde idare eder bir havada oynarken Michael Wilding ise zeki ve esprili dedektif rolünde filmdeki en başarılı isim oluyor.

Yönetmenin kendini gösterdiği ve diğer filmlerine göre daha kısıtlı sayıda olduğu görülen klasikleşmiş karelerin başında barda geçen “dedektife yaklaşma ve sarhoş adamdan kurtulma“ sahnesi gösterilebilir. Burada Hitchcock özellikle kurgu ve diyaloglar aracılığı ile filmin en çok gülümseten anlarını yaratmayı başarıyor. Wyman’ın oyuncu adayı ve hizmetçi karakterleri arasında gidip gelirken içine düştüğü durumlar ve kimliğini saklama gayreti de tam da Hitchcok filmlerinde bekleyeceğiniz türden bir “kahramanımız zor durumda” gösterisi. Diyaloglar demişken burada birkaç örnek de vermek gerekiyor. O günlerin sineması için biraz sıra dışı bir karakter olan boşanmış babayı canlandıran Alastair Sim’in alaycı ve zeki cümleleri filmin en sarkastik anlarını oluşturuyor. Polisin cinayet için tanıklığına başvurduğu hizmetçi kadın ise kendisine çok soru sorulmasını “kendisini Sovyetler Birliği’ndeymiş gibi hissetmek” ifadesi ile anlatarak Soğuk Savaş’ın başlangıç yıllarından bir tipik karşıya bakışı getiriyor filme.

Finali ve gerçeğin keşfi zaman zaman eleştiri konusu olmuş bu filmin ama bu eleştirilerin geçersizliği başlardaki flash-back sahnesi dikkatli bir şekilde seyredilirse görülecektir. Burada yönetmen seyircinin çabuk yargıya varma alışkanlığını ve klişelere olan eğilimini kullanarak seyirciyi bir anlamda ters köşeye yatırıyor. Sürpriz finali, günümüz gözü ile bakıldığında çok komik duran “gizli dinleme” sahnesi, herkese kısmet olsun dedirtecek bir fedekâr sevgili karakteri ve bazen doğruların en inanılmaz görünen olduğunu hatırlatması ile en üst düzeyden olmasa da keyifle seyredilecek bir Hitchcock filmi.

(“Sahne Korkusu”)

I Confess – Alfred Hitchcock (1953)

“Her şeye kadir Tanrı’ya ve size itiraf ediyorum ki bir günah işledim”

Kendisine yapılan bir itirafa kendisinin cinayet ile suçlanması pahasına da olsa sadık kalan bir rahibin hikâyesi.

Bir tiyatro oyunundan uyarlanan film usta yönetmen Hitchcock’un diğer başyapıtlarının bir parça gölgesinde kalan ama ne olursa olsun ustanın izlerini taşıyan keyifli bir seyirlik. Yönetmenin pek çok filminde olduğu gibi yine kendini aklamaya çalışan bir masum adamı anlatan filmde bu kez ciddi bir farklılık var; kahramanımız kendisini korumak için çaba gösteremiyor ve gerçeği söyleyemiyor. Gerek bu tema ile gerekse finaldeki çözüm sahnesinin de gösterdiği gibi vicdan üzerine bir film bu aynı zamanda.

Bir rahibi üstelik inançlarına ve sözlerine sonuna kadar sadık bir rahibi anlatan bir filmde tüm film boyunca ama özellikle başlangıç sahnelerinde kilise binalarını tekinsiz mekanlar gibi ve hatta “Psycho” filmindeki o tekinsiz ev gibi gösteren çekimler oldukça ilginç çünkü bu görüntülerin aksine tüm rahipler kahramanımız da dahil olmak üzere oldukça iyi ve dürüst karakterler olarak gösteriliyor ve bu bağlamda “vicdanını bir kenara koyarak sorgulamasını yapan” dedektif ve “eski dost ama şimdi sıkıştıran” savcı karakterlerinin yanında vicdanı ve insanlığı temsil ediyorlar. Bu tekinsiz görüntüler belki de senaryoda eksik olan gerilim ve gizemi dengelemek adına da özellikle seçilmiş olabilirler. Gerek bu kilise görüntüleri gerekse başlangıçtaki ıssız sokaklar ve aslında filmin genelindeki Robert Burk imzasını taşıyan siyah beyaz görüntülerin tümü, gerilim ve şüphe atmosferini oluşturmakta çok ciddi bir katkıda bulunuyorlar. Gölgelerin ve siyah-beyaz kontrastının bir filme nasıl katkıda bulunabileceğine güzel bir örnek oluşturuyor tüm bu çekimler.

Hitchcock tüm eserlerinde olduğu gibi burada da klasikleşen sahnelere imza atmış. Filmin akışını bir nebze bozan geriye dönük anlatımdaki “gençlik aşkı” bölümü ve özellikle Anne Baxter’ın kendisini bekleyen Montgomery Clift’e doğru merdivenden indiği ve öpüşme ile sonuçlanan sahne ışıltılı atmosferi ile çok etkileyici. Bir başka etkileyici bölüm de rahibin mahkemede delil yetersizliğinden dolayı suçsuz bulunmasından sonra şehir halkının onun masumiyetine inanmayarak suçlayıcı bakışlar attığı çekimler. Tiyatro oyunundan uyarlandığı görüntüsünü zaman zaman yansıtan film bu nedenle biraz fazla diyalog içerse de Hitchcock ustalıklı yönetimi ile bunu büyük ölçüde aşmayı başarıyor.

Oyunculukların da hayli başarılı olduğu filmde dedektif rolündeki Karl Malden, eski aşk rolündeki Anne Baxter ve filmin odağındaki Montgomery Clift özellikle dikkat çekiyorlar. Clift biraz donuk oynar gibi görünse de özellikle dürüst ve inançlı bir rahip olarak etrafında söylenen yalanlardan duyduğu dehşeti yansıttığı sahnelerde ve kimseye zarar vermemek adına düştüğü durumu ve tüm bunlara neden olan insanların kötülüğünü ve vicdansızlığını anlamaya çalıştığı anlarda seyredeni avucunun içine alıyor.

Yönetmenin tipik yaratım alanı olan gerilim öğesi senaryodan kaynaklanan nedenlerle biraz zayıf kalsa da vicdan, inanca bağlılık ve korkunun ortasında kalan bir adamın macerası cazip bir hikâyeye kaynaklık ediyor. Kaybedebileceklerine rağmen sevdiği insanı ve ona karşı olan duygularını savunan kadın ve onun fedâkar kocası karakterleri de filmin kötülüğün karşısına koyduğu vicdanın sembolü olan unsurlar ve temelde dürüstlük ve inanç ile kötülüğün çarpışması olan filmin vicdan tarafını destekliyorlar. Katil ve eşinin Alman göçmeni olması ve bunun vurgulanması henüz sıcaklığı süren ikinci dünya savaşının etkisine bağlanabilir ve bir İngiliz yönetmenin Québec’te çektiği bir Amerikan filminin o günün ölçülerindeki “küreselliği” olarak değerlendirilebilir. Hitchcock’tan yine keyifli bir film.

(“İtiraf Ediyorum”)

Strangers on a Train – Alfred Hitchcock (1951)

“Kuramım şu ki herkes potansiyel bir katildir”

Bir tenis oyuncusunun trende karşılaştığı bir yabancının birbirlerinin cinayetlerini işlemeyi teklif etmesi ile başına gelenlerin hikâyesi.

Patricia Highsmith’in bir romanından uyarlanan film klasik Hitchcock kalitesini taşıyan, sinemanın unutulmaz eserlerinden biri. Yönetmenin 50’li yıllarda çektiği hemen tüm filmlerde olduğu gibi yine akıcılığı çok yüksek bir senaryo, zirvesinde bir teknik ustalık ve gerilimi yerinde bir hikâye var karşımızda. Highsmith’in sağladığı sağlam malzeme ustalıkla işlenmiş ve sahnelenmiş bu filmde.

Unutulmaz bölümler içeren bu filmin birkaç sahnesinden söz ederek yönetmenin başarısını hatırlamakta fayda var. Kırık gözlük camına yansıyan cinayet sahnesi “Psycho – Sapık” filmindeki duşta cinayet sahnesi gibi sinema tarihindeki kalıcı yerini alırken yönetmen hem harika kareler yakalıyor hem de filmde sonradan önemli bir yeri olacak gözlüğü vurgulayarak da seyirciyi ileride olacaklara hazırlıyor. Bu cinayetin gerçekleştiği lunaparktaki sahneler (hem cinayetin işlendiği ilk bölüm hem de tüm final bölümü) Hitchcock’un tüm ustalığını serbest bıraktığı ve has bir sinemaseverin tüylerini diken diken edecek bir estetik duygusunu içeren bölümler. Sık sık başvurduğu devrik kamera açıları ile atmosferin etkileyiciliğini artıran, kadrajın içine neyi alıp neyi almadığı ile bile çok şey söyleyen ve yönetmen ile pek çok filmde işbirliği yapmış Robert Burks’a ait siyah-beyaz görüntüleri ile tadı damağınızda kalacak bir görüntü çalışmasına sahip olan film bugün sinema okullarında ders olan başka anlar da barındırıyor. Örneğin tenis maçı bölümü, hızlı kurgusu, kahramanımızın maçı bir an önce kazanma telaşı ile oynadığı andaki gerilimi ve bir kült haline gelen ve tenis topunu takip için başlarını bir sağa bir sola çeviren seyircilerin ortasında sabit bir şekilde tenisçimize bakan kötü adam karesi ile yine çok başarılı bölümlerden biri.

Kurgusu da hayli başarılı olan film yanından gürültü ile geçen bir tren nedeni ile “boğacağım” onu diye bağırmak zorunda kalan bir adamdan bir başka adamın ellerine hızla geçiş yapmak gibi incelikli gösterilere sahne olurken kötü adamın evindeki yatak odasında geçen o gerilimli bölümü ile seyredeni gerçekten geriyor. Sinema tarihindeki en başarılı takip/taciz (“stalking”) filmlerinden biri bu ve takip edenin edilen üzerindeki hükümranlığını sonuna kadar siz de hissediyorsunuz seyrederken.

Farley Granger ve filmden bir yıl sonra 32 yaşında ölen Robert Walker başarılı oyunculukları ile ilginç bir ikili oluştururken Granger’ın rol aldığı bir başka Hitchcock klasiği “Rope” filminde olduğu gibi üzeri yine oldukça kapalı bir “homoerotizm” de sergiliyorlar. Özellikle yakın plan ve her ikisinin de yüzlerinin yer aldığı çekimlerde Walker’ın daha açık Granger’ın ise daha çekinik bakışlarını sezmemek mümkün değil.

Seyredeni avucunun içinde tutan film uyarlandığı romandan tek bir noktada saparak ve popüler sinemanın kalıplarına uyum göstererek kahramanımızı daha masum bir konuma soksa da yine de arka planda “mutlu ama vicdanı az da olsa rahatsız” bir kahramanı da hissettirmiyor değil. Ölmeden görülmesi gerekli klasiklerden.

(“Trendeki Yabancılar”)