Day of the Outlaw – André De Toth (1959)

“O haydutlardan çok da farklı olmadığımı anladım; onlar hiç olmazsa oldukları gibi davranıyorlar”

Aralarında toprağın kullanım hakkı nedeni ile gerilim olan kovboyların ve çiftçilerin kasabaya gelen bir çeteye karşı birlikte mücadele etmelerinin hikâyesi.

Macar asıllı bir ABD’li olan ve özellikle düşük bütçeli polisiye ve kovboy filmleri ile tanınan André De Toth’un en başarılı çalışmalarından biri. Lee E. Wells’in aynı adlı romanından bir başka kovboy filmi olan “Broken Lance” ile Oscar kazanan Philip Yordan tarafından uyarlanan film zamanında pek tutulmasa da sonradan değer kazanan ve keşfi keyif veren çalışmalardan. Düşük bütçesini hissettiren yapım özellikleri ve kısa kesilmiş ve aniden bitirilmiş gibi görünen sonuna rağmen derli toplu hikâyesi ve anlatımı, karlı dağları western motifleri ile süsleyen başarılı görüntüleri ve aksiyon kadar gerilime de odaklanması ile dikkate değer bir film.

Russel Harlan’ın karla kaplı toprağı ve dağları etkileyici biçimde karşımıza getiren siyah-beyaz görüntüleri eşliğinde anlatılan hikâye, yerleşik bir hayatı savunan çiftçiler ile onların topraklarını dikenli teller ile çevirmesi nedeniyle sürülerini otlaklara götürmekte zorlanan kovboylar arasındaki gerilimi konu edinerek başlıyor ama çatışan bu taraflar kasabaya gelen çeteye karşı “düzeni” savunmak adına birleşiyorlar ve bu noktadan itibaren de film bu başlangıç hikâyesini unutuyor. Finalde hem bu konu hem de Robert Ryan’ın canlandırdığı ve çeteye karşı verilen mücadelenin baş kahramanı olan kovboyun artık evli olan eski sevgilisini yeniden elde etme mücadelesine hiç değinilmiyor ve filmin geneline pek yakışmayan bir acele ile oluşturulmuş görünen son ile hikâye bitiriliveriyor. Amerikan tarihinin kuşkusuz önemli aşamalarından biridir kovboyların yavaş yavaş yok olmaya yüz tutması ve tarım ve ardından sanayi ile yerleşik düzenin hâkim olması ama filmimizin bu sosyolojik dönüşümü hikâyesine ve o da sadece başlangıçta olmak üzere bir çeşni olarak katmak dışında bir derdi olmamış. Aksine senaryo bu dönüşümün neden olduğu gerilimin taraflarını ortak bir düşman karşısında buluşturarak uzlaştırıyor ve kanun dışının karşısında birlikte mücadele ettiriyor.

Senaryonun hikâyenin kahramanlarını karşı karşıya getirdiği mekanlar oldukça kısıtlı; anlaşılan filmin hayli küçük bütçesi ve çekimler sırasında yaşanan kimi aksaklıklar (kar fırtınası, yönetmenin o dönem yaşadığı kimi kişisel problemler, Robert Ryan’ın zatürre olması vs.) filmin yaratıcılarının epey sıkıntı çekmesine neden olmuş. Yine de yönetmen André de Toth ortaya ustalığını koyan bir film çıkarmayı başarmış. Kasabadaki kadınların çete üyeleri ile dansa zorlandığı ve kameranın 360 derece döndürülmesi ile dinamizmi artırılan sahne örneğin, bugün bile oldukça modern görünüyor. Benzer şekilde karla kaplı dağlarda geçen tüm final bölümü iyilerin eline kan bulaştırmadan tüm kötüleri doğaya ve birbirine kırdırarak yok eden senaryonun da katkısı ile hani nerede ise nefes almadan seyrediliyor. Çete üyelerinin aylardır yaşadığı “kadınsız ve alkolsüz” günlerin neden olduğu gerilimi de başta bahsettiğim dans sahnesi ve diyaloglar olmak üzere filmine yedirmeyi becermiş yönetmen ve böylelikle filme ilave bir heyecan katmış. Karlı mekanların bu denli yoğun bir şekilde kullanıldığı başka western örnekleri olarak Sergio Corbucci’nin 1968 tarihli “Il Grande Silenzio – Büyük Sessizlik” adlı spagetti westernini ve William A. Wellman’ın 1954 tarihli “Track of the Cat” filmini hatırlıyorum. Burada da De Toth karın beyazlığını ve kar fırtınasını küçük kasabanın ve karakterlerinin yalıtılmışlığını vurgulamak için başarılı bir şekilde kullanmış.

Kahramanımızı canlandıran Robert Ryan hikâyenin başrolünde ama öne çıkan çetenin liderini oynayan usta karakter oyuncusu Burl Ives oluyor. Adamlarının kendisine zoraki bağımlılıklarını ve onların alkol ve kadın arayışını yönetmeye çalışan ve askerlerle girdiği çatışmada ağır yara almış karakterini biraz gösterişli ama ustaca oyunuyor. Filmimiz geleneksel western’lerden karakterlerine verdiği ağırlık ve farklı öğelerden oluşturduğu içsel gerilimi ile ayrılmayı başarıyor ve kendisini ilgi ile seyrettiriyor. Evet hikâye öyle ahım şahım değil ve büyük western’lerin veya spagetti western’lerin barok görkeminden en ufak bir iz bile taşımayan bir alçak gönüllülüğü var ama kesinlikle küçük ve keyifli bir seyir zevki vermeyi garanti ediyor.

(“Kanunsuzlar”)

Play Dirty – André De Toth (1969)

“Yaşamak istiyorsan, asil duyguları unut”

İkinci Dünya savaşı sırasında Kuzey Afrika’daki Alman yakıt deposunu yok etme görevlendirilen ve bir İngiliz subayın yönettiği suçlulardan oluşlan bir grup askerin hikâyesi .

Macar asıllı yönetmen André De Toth’un İngiliz yapımı bu filmi savaş üzerine çekilmiş ana akım sinemanın diğer filmlerinden kimi özellikleri ile ayrılmayı beceren, farklılığını kimi anlarında başarı ile ortaya çıkaran ama genel olarak vasatın çok da üzerine çıkamayan bir çalışma. Bir savaş filmi olduğunu unutmadığını gösteren ve ortalama bir başarı seviyesini tutturmuş görünen çarpışma sahnelerinden çok “sessiz aksiyon” sahneleri ile öne çıkan film savaş karşıtı görünen söylemleri ile de öne çıkıyor ama karşısında durur gibi göründüğü bir ayrımcı tavra, eşcinsellerin sinemada kullanım şekline, gerçekte nasıl yaklaştığı ile hayli yanlış bir tavrın da peşinde koşuyor.

Özellikle Amerikan sinemasının başta adı ile de kendini belli eden “The Dirty Dozen” filmi olmak üzere pek çok örneğini verdiği bir alan, suçlulardan oluşturulmuş bir asker grubunun savaşta kullanımı ve kahramanlıkları. Bu film de benzer bir temadan yola çıkıyor ama asıl derdi başka. Kurallar içinde ve asil bir İngiliz centilmeni gibi hareket eden ve Michael Caine’nin karakterinin soğukluğunu birebir yansıtan oyunu ile canlandırdığı İngiliz subay ile savaşın kirli bir oyun olduğuna ve sağ kalmak için de kirli oynamak gerektiğine inanan ve Nigel Davenport’un güçlü oyunu ile canlandırdığı yüzbaşı Leech’in otoritelerinin çatışması ve bunun üzerinden anlatılan savaşın kirliliği filmin ana teması. Tehlikeli bir göreve gönderilen birliğin askeri hiyerarşinin tepesindekilerin ihanetine uğraması ve yem olarak kullanılmaları gibi yan temalar da hikâyenin savaş karşıtlığını destekleyen unsurları olarak görünüyor. Özellikle basit ama çarpıcı (öngörülebilir olsa da çarpıcı) finali filmin bu barışçı mesajlarının tamamlayıcısı oluyor. Sonuçta kahramanlıkları değil kahramanlık adı altındaki suçları sergileyen ve filmdeki bir diyalogdan alıntı yaparsak, “savaşın suç şirketlerinin faaliyet alanı olduğunu ve bu yüzden savaşmak için suçlu kişilikler gerektiğini” söyleyen bir film karşımızdaki.

Barışçılığı ile öne çıkan film grup içinde iki eşcinsel Arap karaktere yer vererek dönemine göre cüretkâr bir tavır da takınıyor ama bu karakterlerin kullanımı hayli sorunlu. Diğer Arap karakterlerin pis, yabani ve hayvanlara eziyet eden görüntülerinin üzerine bu iki eşcinsel karakterin hemen her göründükleri sahnede karikatür olmaya hayli yakın bir şekilde resmedilen şekilde sarılmaları, el ele tutuşmaları ve her çatışmadan sonra cesetleri soymaları filmin bu yaygın ayrımcılık alanında iki zıt uç arasında gidip gelmesinin örneklerini oluşturuyorlar. Tüm bu öğeler üzerinden bakıldığında da filmin hikâyeye bu iki karakteri yerleştir(ebil)mesi takdiri hak etse de genel geçer yargılardan ve kimi sahnelerdeki oryantalist bakışlardan kaçınamaması rahatsız edici oluyor. Özellikle iki Arap karakterin el ele tutuşmalarının bu kadar sık görüntülenmesi, senaristler bugün de Arap ülkelerinin sokaklarında sık görülebilen bir geleneksel davranış şeklini yanlış mı anladılar acaba diye düşünmeye sevk ediyor seyrederken.

André De Toth’un hikâye boyunca kimi tercihleri filmi popüler sinemanın bazı klişelerinden de uzak tutuyor. Bazen dakikalar boyunca süren ve diyalogsuz ve müziksiz anlarda karakterlerimizi bir planın hazırlıkları içinde veya bir mayını imha etmeye çalışırken görüyoruz. Kameranın görüntülediği karelerin çoğunluğu da final dışında, çoğunlukla silahlı çatışma sahnelerine değil zor bir coğrafyada ve çoğunlukla çölde yolculuk eden askerlerin yaşadığı zorlukları ve kendi aralarındaki, özellikle Davenport ve Caine arasındaki, karakter çatışmalarına ait. Yönetmenin bu tercihleri filmin artılarından ama genel olarak bakıldığında film bir süre sonra monotonlaşıyor ve örneğin jipleri tepeden aşırma sahnesinin neden o kadar uzun tutulduğunu sorguluyorsunuz. Aksiyon sahnelerinden uzak duran filmin finalde yakıt depolarındaki sahnesinin neden o kadar uzun olduğunu da düşünmemek elde değil örneğin. Bu sahne dışında dış aksiyonları geriye iten filmin iç aksiyonları çarpıcı bir biçimde ele alamaması da filmin çekiciliğini azaltıyor doğrusu. Senaryonun yukarıda bahsettiğim eşcinsel karakterler konusundaki kafa karışıklığının yanısıra yerli Arapların çarşı içinde jiple seyahat eden İngiliz askerlerin arabasını (uygarlığı?) görünce kenara çekilmemeleri ile örneklendirilebilecek klişeler de filme zarar veriyor.

(“Kirli Oyun” – “Çirkin Oyun”)