Gergedan Mevsimi – Bahman Ghobadi (2012)

gergedan-mevsimi“Eve sık sık bu yoldan giderim, bu ağacın yanından. Çok güzel, değil mi? İster inan ister inanma, bu ağaçla konuşuyorum ve o da bana cevap veriyor. Saatlerce yanında oturuyor ve yazıyorum. “Gergedan”ı birlikte yazdık. Benim esin kaynağımdı o”

Otuz yıl sonra cezaevinden çıkabilen İranlı bir şairin kendisini ölü zanneden karısını istanbul’da aramasının hikâyesi.

İranlı Kürt yönetmen Bahman Ghobadi’den bir şiirsel politik sürgün filmi. 1979 devriminden sonra hapse atılan ve yirmi yedi yıl boyunca burada tutulan şair Sadegh Kamangar’ın hayatından esinlenen filmin senaryosunu da Ghobadi yazmış. Başroldeki Behrouz Vossoughi’nin devrimden hemen önce İran’dan kaçtığını ve yönetmenin de 2009 tarihli “Kasi Az Gorbehaye Irani Khabar Nadareh – Kimsenin İran Kedilerinden Haberi Yok” filminin otoriterler tarafından eleştirilmesi üzerine ülkeyi terk ettiğini düşünürsek, filmi politik mahkum ve sürgünlerin yarattığını söyleyebiliriz rahatlıkla. Bu durumun her karesine sindiği ve Turaj Aslani’nin parlak görüntü çalışmasının zenginleştirdiği film hep canlı tuttuğu trajik bir hüzün duygusu ile de dikkat çekiyor. Buna karşılık, filmin şiirselliğin ve sembolizmin/metaforların dozunu bir parça kaçırdığını ve hikâyeyi adeta sadece onu yaşayanına (şaire) özgü kılacak kadar içine kapandığını da söylemek gerekiyor. Çok az konuşan şairin içine kapanıklığını çarpıcı kareler ters yönde etkiliyor neyse ki. Bu kusuruna rağmen, tüm politik mahkumların, düşünce suçlularının ve iktidarların düşman bellediği tüm sanatçıların dramını yansıtmayı başaran film ilgiyi hak ediyor kesinlikle.

Âdil bir yargılama olmadan ve kişisel bir intikam duygusu ile de tetiklenen bir cezaya çarptırılıyor şair İran Devrimi’nden hemen sonra. Hikâye bize onu bu cezayı “hak edecek” bir politik faaliyet içinde göstermiyor ve sanki daha çok, babası Şah yönetimindeki isimlerden biri olan eşinin durumu nedeni ile bu cezaya çarptırılmış olduğu hissini uyandırıyor. Eşinin şoförlüğü yapan ve muhbirliği ve uyanıklığı sayesinde yeni yönetimde bir şekilde güç sahibi olan adamın kadına duyduğu aşkın reddedilmesi ve bu durumun hikâyede bu denli önem taşıması -gerçeklere uygunluğunu bilmiyorum ama- filmin politik yanını bir parça ve gereksiz yere törpülüyor aslında. Yine de iktidarların zalimleştiği, yozlaştığı dönemlerde bu ahlâksızlıkları yaratan veya en azından gönüllü olarak onun aracı olanların bireyler olduğunu hatırlatmak gibi bir katkısı olmuş bu öğenin hikâyeye. Ghobadi’nin senaryosu bu hikâyeyi sembollerle ve şiirsel anlarla zenginleştirmeye soyunması ile dikkat çekiyor öncelikle ve Aslani’nin başarılı görüntüleri ile bunu başarıyor da üstelik. Aslani’nin özenli çalışmasının başarısı, İran’da geçen sahnelere egemen olan elle renklendirilmiş eski fotoğraflar tarzı estetikten İstanbul’u kendi sinemamızda pek göremediğimiz bir farklı estetikle göstermesine kadar uzanıyor. Ek olarak, kimi gerçek görüntüleri (sayısı az olan bu görüntüler devrim zamanındaki olaylara ait) netliğini hayli azaltarak ve film için çekilen görüntülerle eş anlı olarak kullanmak ve bu şekilde hem çarpıcı bir estetik yakalamayı hem de bir tedirginliği seyirciye geçirmeyi başarmak gibi biçimsel doğru tercihler de var filmde.

Yukarıdaki övgülerin daha fazlasını da hak eden filmin görselliğinin, öte yandan, tam da bu konuda eleştirilmeyi hak eden bir yanı da var ne yazık ki. Hüzünlü ve bunalımlı entelektüelin -ufka bakan, dalgalara karşı vs.- görüntüleri bir sonra tekrara düşüyor ve başrol oyuncusuna yeterli bir performans alanı sağlamıyor örneğin. Bundan daha önemli olan ise, arabanın camından içeri kafasını sokan at, gökten yağan kaplumbağa veya arabanın önüne çıkan gergedanlar gibi -belki Ghobadi için anlamlı olan ama bize pek öyle görünmeyen- metaforların filmde aldığı yerin fazlalılığı. Trajik ve gerçek bir hikâyenin, özellikle de bu hikâyenin bir şairin başından geçtiğini düşünürsek, şiirsel bir dil ile anlatılmasında hiçbir sakınca yok. Özellikle de görüntüleri şiirselliği bunu desteklediğinde, buna bir itiraz olamaz elbette ama burada sorun tüm bu metaforların fazlalığı ve hikâyeyi gerçeklikten uzaklaştırarak nerede ise sürrealist bir havaya sokması. İstanbul’un kenar mahallelerinde ve Garipçe köyünde çekilen sahnelerin karşımıza çıkardığı İstanbul gerçekçiliği destekliyor oysa ve şehri yapay estetikten uzak ve belki de oraya ait olmayan ama gidecek bir yeri de olmayan bir sürgünün algılayacağı şekilde aktarıyor bize. Zaman zaman okunan ve filme keyif katan Kamangar şiirlerinin de kimi sembolleri barındırdığını düşünürsek, şiirselliğin fazlalığı daha doğru bir tanım olarak görünecektir. Yüzleri bir torba ile örtülü ve elleri kelepçeli iki mahkum aşığın “sevişmeleri” sahnesi belki de filmin bu alandaki sıkıntısını en iyi özetleyen bölüm. Gerçekten yaşanmış mıdır bilmiyorum böyle bir an ama işte burada “her anlamda eli kolu bağlı olmayı” ve “kavuşamayan aşıkları” anlatan bu sahne fazla geliyor filme.

Bütün politik mahkumlara adanan filmde başroldeki Behrouz Vossoughi’nin ekonomik ve etkileyici oyunu ve aşkı karşılık bulmayan ve bunun intikamını alan adamı oynayan Yılmaz Erdoğan’ın nadiren yapabildiği bir şeyi yaparak kendisini oynamadığında başarılı olabildiğini gösteren iyi performansı dikkat çekiyor. Şairin eşi rolünde karşımıza çıkan İtalyan yıldız Monica Bellucci belli ki bir ticarî çekicilik sağlamak için eklenmiş kadroya ama senaryo kısıtlı diyalogların da etkisi ile ona oynayacak pek geniş bir alan sağla(ya)mamış. Buna rağmen sanatçı zaman zaman çarpıcı bir hüzün duygusu yaratıyor bakışları ile ve yüreklere dokunmayı başarıyor. Ghobadi’nin filmi kimilerine bir karşılık bulabilseniz de (kaplumbağaların evini sırtında taşıması ile evini kendisi ile birlikte taşıyan tüm sürgünlere bir gönderme olması gibi) metafor fazlalığının rahatsız ettiği film bu kusuruna rağmen izlenmeli. Aslında belki de tek bir sahne bile zaten filmi bu kategoriye sokmaya yeterli: Sahte olduğunu bilmedikleri bir mezarın başında ve yoğun bir karın ve şiddetli bir rüzgârın altında yas tutan aileyi izlediğimiz sahne, diyalogsuzluğu ile sinemanın her şeyden önce görsel bir sanat olduğunu çok güçlü bir biçimde kanıtlıyor bize. Karın sağladığı beyaz fonun önünde rüzgârda uçuşan kara çarşaflar devrim, acı, kayıp ve sanat konusunda o kadar çok şey söylüyor ki diğer tüm sembolleri gereksiz kılıyor.

(“Rhino Season” – “Fasle Kargadan”)