Csak a Szél – Benedek Fliegauf (2012)

“Sadece rüzgâr. Uyu hadi”

Irkçıların Roman ailelere saldırdığı Macaristan’da bir Roman ailenin hikâyesi.

Macar yönetmen Benedek Fliegauf’un bu şimdilik son filmi Berlin Festivali’nden Jüri Büyük Ödülü almış, belgesele yakın anlatım tarzı, gerçekçiliği ve konusuna çok uygun “soğuk” üslubu ile dikkat çeken bir çalışma. Bir hikâye anlatmaktan çok ki bir hikâyesi olduğu da tartışılabilir, göstermeyi ve bunu yaparken de nerede ise tarafsız daha doğrusu “duygusuz” kalmayı seçen film, popüler filmlerden çok uzakta duran biçim ve içeriği ile herkese göre değil belki ama seveceklerin de gerçekten sevecekleri bir çalışma.

Açılışta filmin hikâyesinin 2008 ve 2009 yılları arasında yaşanan ve ırkçıların saldırıları sonucu 5 Roman’ın öldüğü olaylardan esinlendiği söyleniyor. Yönetmene ait olan senaryo bir Roman ailenin günlük hayatını dört birey (anne, iki çocuk ve büyükbaba) üzerinden anlatırken bildiğimiz anlamda bir çatışma içermiyor aslında. Etrafta bir süredir devam eden saldırıların yarattığı tedirginlik altında günlük hayatlarını devam ettirirken bir yandan da içinde bulundukları zorlu ekonomik koşullara direnmeye çalışıyor bu bireyler. Babanın yaşadığı Kanada’ya gitmek için uzun süredir para biriktirmeye çalışan anne, tacizlerle dolu bir iş hayatında temizlikçi olarak çalışırken hasta ve bakıma muhtaç olan büyükbaba ile de ilgileniyor. Ailenin genç kızı içinde bulunduğu koşullara rağmen okul hayatını sürdürmeye ve umudunu ayakta tutmaya çalışan -basit güzelliği ile hayli etkileyici olan, küçük komşu kızla ilgilenme sahnesinde vurgulandığı gibi- karakteri ile dikkat çekiyor. Erkek kardeşi ise okulu asıyor, boş ve saldırıya uğrayan ailelere ait evlerden bulabildiği öteberiyi çalarak “sığınağında” saklıyor ve babanın yanına gidecekleri günü bekliyor. Benzer bir yoksulluk içinde görünen etraftaki Roman aileler de saldırılara karşı kendilerini korumanın yollarını arıyorlar. Film tüm bu karakterleri anlatırken onların bir gününü yalın ve gerçekçi bir dil ile karşımıza getiriyor ve saldırıları –final sahnesi dışında- veya bu saldırıların yarattığı tedirginliği hafif bir şekilde hissetirmekle yetiniyor çoğunlukla. Bu tercih ise bir yandan filmin sadeliğine yakışırken, diğer yandan da hikâyelerini paylaştığı insanların bu yaşadıklarının onların “normali” olduğunu vurguluyor aslında filmimiz. Dolayısı ile kolay yollara sapmayarak, nerede ise anlattıkları karşısında tarafsız bir konumu tercih ediyor filmimiz ve seyircinin de katılımını bekliyor bu nedenle.

Hemen tamamen yakın, kimi zaman çok yakın planlarla çalışan ve özellikle iç mekanlarda doğal ışık tercihi nedeni ile zaman zaman hayli karanlık görüntüleri karşımıza getiren yönetmen senaryosundaki yalınlığı ve belgesele yakın tutumunu mizansen anlayışına da taşımış. Romanlar’ın yaşadığı ayrımcılığı altını çizmeden gösterdiği gibi, el kamerası ile çekilen sahnelerde de herhangi bir sinemasal oyuna başvurmuyor çoğunlukla. Sürekli kullandığı yakın planlar aracılığı ile seyredenin hikâyeye girmesini sağlarken, karakterlerinin hayatına da ortak ediyor seyircisini yönetmen. Durgun anlatımını ve karanlık çekimleri de ekleyince, filmin bu tür filmlere alışık olmayanları yorabileceğini söylemek gerek. 3 temel karakterin (anne ve iki çocuğu) çok az bir araya getiren ve bu anlarda da özel bir çatışma içine sokmayan türden bir yaklaşımı olan hikâyenin sıradan seyirciye zaten cazip gelmeyeceği açık kuşkusuz.

Tümü amatör olan üç baş oyuncusundan gerçekçiliği ile dikkat çeken performanslar almayı başaran filmde, özellikle anne rolündeki Katalin Toldi çok başarılı. Yönetmen/senarist Benedek Fliegauf’un üç oyuncusunu içine bıraktığı hayatın doğallığı ve gerçekçiliği de elbette oyuncuların başarısına katkıda bulunmuş. Hikâyenin gerçekçiliği saldırıya uğramış bir eve gelen iki polisin diyaloglarında da kendisini gösteriyor ve o konuşmada geçen “Kurşunlar rastgele çingenelere harcanmayacak kadar pahalı” gibi cümleler üzerinden ırkçılığın içselleştiği vurgulanıyor. Ne var ki burada filmin eleştirilmesi gereken bir yönünü de söylemek gerek. 2008-2009 tarihleri arasında gerçekten yaşanan bu saldırıların ülkenin o tarihlerde çökmüş ekonomisinin, komünizmin çöküşünden sonra hızla kapitalistleşen ülkedeki sosyo-ekonomik politikaların ve bugün de sertliğini artırarak devam eden milliyetçi yönetimlerin de bir sonucu olduğuna hiç değinmiyor film. Bu kusuru bir kenara bırakılırsa, çok iyi becerilmiş finali, sergilediği yoksulluk manzarası, karşımıza getirdiği gerçek insanları ve gerçeğin yakıcılığını süslemeden anlatabilmesi ile de hayli önemli ve gerekli bir film özet olarak.

(“Just the Wind” – “Sadece Rüzgâr”)

Womb – Benedek Fliegauf (2010)

“Korkuyorum anne. Senin kim olduğunu bilmiyorum. Benim kim olduğumu da. Kimsin sen? Ben kimim?”

Bir kazada ölen kocasının klonunu doğuran bir kadının ve “oğlunun” hikâyesi.

Macar yönetmen Benedek Fliegauf’dan İngiliz ve Fransız baş oyuncular ile İngilizce olarak ve Almanya’da çekilen bir Almanya, Fransa ve Macaristan ortak yapımı. Bu küresel çabanın sonucu son yılların netameli konusu insanların klonlanması ve bunun sonuçları üzerine bilim kurgusal öğeler de taşıyan ama dram yanı ağır basan bir film olmuş. Klonlamanın yaygın olduğu ama “normal” insanların klonları şu ya da bu ölçüde dışladığı bir yakın gelecek toplumunda geçen film kimi parlak öğelerine karşılık farklı konusunu yeterince iyi işleyememiş görünen ve görüntülerdeki ve atmosfer yaratmaktaki başarısını hikâyesinde aynı ölçüde tekrarlayamamış bir çalışma.

Filmin adının önce “Clone – Klon” sonradan “Womb – Rahim” olması aslında filmdeki kafa karışıklığının da bir göstergesi; hikâye klonun kendisine mi yoksa bu klonu doğuran ana rahmine mi, bir başka deyiş ile doğurulana ve onun yaşadıklarına mı yoksa doğuran ve bu doğuranın doğum sonrası yaşadıklarına mı odaklanacağını iyi belirleyememiş görünüyor. Kocasını doğuran kadın hikâyesi filmin geçtiği yakın gelecekte en azından bugüne göre daha normal karşılanıyor gibi görünüyor ve filmde annesini doğuran insanlar da yer alıyor örneğin. Ensest tanımını kökünden sarsan bir hikâye şüphesiz karşımızdaki ve bu rahatsız edici yanı ile bir yandan da bilimin karşımıza çıkardığı veya çıkarmak üzere olduğu bir sorunsal durumu da sergilemeye çalışıyor. Tam da burada şunu sorgulamak gerekiyor: Klonlamayı bugünün insanları olarak nasıl karşılamamızı bekliyor bu hikâye? Enseste kayan bir durum olmasaydı ve hikâyenin trajikliğine bu anlamda bir ilave daha gelmeseydi, klonlamayı film kendisi nasıl görüyor? Bu soruları cevapsız bırakan bir film bu ve cevap üretmek yerine bir durumu sergilediği söylenerek de bu cevapsızlık izah edilemez. İzah edilemez çünkü etik açıdan, bilimsel açıdan, toplumsal açıdan ve inançlı insanlar için inançlar açısından çok önemli bir konu bu. Klonlamaya karşı çıkan tek kişinin ölen adamın annesi olması da açıklanabilir bir durum değil açıkçası. Jonathan Glazer’ın 2004 tarihli “Birth” adlı filminin bu film ile kıyaslandığında hayli masum görüneceğini de ekleyelim son olarak.

Benedek Fliegauf tüm film boyunca görsel dili ile zaman zaman hayranlık uyandıracak başarılara erişiyor. Başta deniz kenarında geçen tüm sahneler olmak üzere her bir kamera açısı, çerçevenin içindeki nesnelerin yerleşimi ve hikâyeye hâkim olan grilik yönetmenin görsel yeteneklerinin açık birer kanıtı. Görüntülerin bu güzelliği her ne kadar bazı anlarda kıyısına kadar yaklaşsa da bir klip güzelliği değil ve sadece güzellikleri için değil asıl olarak filmin atmosferine katkıları için oradalar. Evet görsellliği bu denli başarılı olan filmin hikâyenin akışında da aksadığı hayli fazla sayıda nokta var. Örneğin kadın kahramanın on iki yıl sonra geri geldiğinde çocukluk aşkına hâlâ aynı kuvvetli sevgiyi hissediyor olması ve bunun karşılıklı olması çok da inandırıcı değil ve bunun nedeni de çocukluk aşkının onca yıl sonra nasıl bu denli canlı kalabildiği değil sadece. Bu aşkın anlatıldığı çocukluk bölümlerinin aşkı ve bu aşkın kalıcılığını kesinlikle yeterince güçlü hissettiremiyor olması asıl problem. Öyle olunca da filmin trajik yanını başlatan klonlama kararını da anlamak pek kolay olmuyor. Üstelik ölen kocanın klon hayvanlardan oluşturulmuş bir eğlence parkına sabotaj yapmayı planladığını düşününce, kadının sevgilisini klonlaması da pek anlaşılır olmuyor.

Fliegauf’un birkaç kısa sahne dışında müziği kullanmaması ve dış seslerin de çok az işitilir olması seyircinin görüntünün kendisine odaklanmasına yardımcı oluyor ve yönetmen kimi sahnelerde, örneğin oyuncak dinozorun gömülmesi, bu görüntülerin etkileyiciliğini zirveye taşıyor. Sessiz ve hareketsiz kimi anlar bu tip bir anlatımdan rahatsız olmayan seyirciler için hayli çarpıcı özetle ama bu anlatım hikâyenin bu akışı için doğru bir tercih mi, orası tartışılır. Görüntülerin atmosferi yoğun duyguları ve bir tedirgin edici havayı destekliyor ama anlaşılan yönetmen eninde sonunda geleceği noktanın, doğurduğuna aşık olan/olacak kadının telaşında olduğu için bu görüntülerin hikâyenin doğru parçası olarak algılanması üzerinde düşünmeyi ihmal etmiş görünüyor. Yine de Péter Szatmári’nin görüntüleri karşısında bravo demek gerekiyor. Kadında Eva Green aksamıyor ama filmin asıl yıldızı hem adamı hem çocuğunu canlandıran Matt Smith. Babanın çocuksu yanını ve çocuğun daha küçükken kendisini hissettiren olgun yanını aynı ustalıkla canlandırıyor sanatçı. Babanın annesini oynayan ve benim özellikle “Another Year” filminde hayran olduğum Lesley Manville de kısa rolünde çarpıcı bir performans veriyor.

Hikayenin potansiyel olarak taşıdığı ahlâki içeriği ve bu içeriği ele almak için gerekli psikoseksüel bakışı yeterince taşıyamamasının ciddi bir zaafiyete neden olduğu filmin, benzer şekilde etiğin bu denli önemli olduğu bir konuda yeterince fikir beyan etmemiş olmaması da zayıf bir başka noktası. Kimi zaman soyuta kayan sinema dilinin konunun somut boyutlarını dile getirmeye çalıştığı anlarda aksadığını da söylemek gerek. Özetle yapılanın “ahlâk dışılığını” dile getirmeden sonuçları anlatmaya soyunmak doğru bir tercih olmamış film için.

(“Clone” – “Rahim”)