“Bazen sizin de içinizden birisini öldürmek geçmez mi?”
Boş bir apartmanda yaşayan tuhaf bir adam, onun karısını öldüren bir başka garip adam ve bir komiserin birlikte karıştıkları absürt olayların hikâyesi.
Bertrand Blier’ın senaryosunu yazdığı ve yönettiği bir Fransa yapımı. Başrollerinde Gérard Depardieu, yönetmenin babası da olan Bernard Blier ve Jean Carmet’nin yer aldığı film kara komedi türünde ama asıl olarak absürt sinemaya yakın duran bir çalışma. Gösterime girdiğinde Fransa için düşük bir sayı olan yaklaşık 800 bin kişinin gördüğü film eleştirmenlerin ise beğenisini toplamış ve senaryo dalında César ödülünün sahibi olmuştu. Gerçeküstü unsurlara başvurmadan, tüm doğallığı içinde “saçma” olmayı tercih eden film karakterlerden birinin ağzından -belki bir parça fazla net olsa da- derdini dile getirene kadar, seyircinin seyrettiğinin anlamını sorgulayacağı türden bir yapıt. Suç filmlerinin kalıplarını ve “normal” insan davranışlarını ters yüz eden hikâyesi ile ilginç, kadrosunun başarısı ile dikkat çeken, kesinlikle farklı ve bugün kült olan bir çalışma.
Bir önceki filmi olan 1978 tarihli “Préparez Vos Mouchoirs” (Mendillerinizi Hazırlayın) ile Oscar (Yabancı Dilde En İyi film) kazanan Blier yine Depardieu ile çalıştığı bu filmle seyirciyi oldukça şaşırtmıştı zamanında ve bazı seyirciler filmden memnuniyetsizliklerini bilet paralarını geri isteyerek dile getirmişlerdi. Senaryoyu, düzenli olarak gördüğü ve polisler tarafından takip edildiği bir rüyadan esinlenerek yazan Blier’in kara komedi ve suç türlerini buluşturan bu filmi özellikle absürt olmaya soyunmadan kendiliğinden bir saçmalığa sahip olması ile dikkat çekiyor. Karakterlerinin tümünün eylemleri ve sözleri hikâyenin her anında kendilerinden bekleneceğinin tam tersi yönde gelişiyor: İşi suçluları yakalamak olan komiser “mümkün olduğunca az” suçlu yakalamakla övünüyor “çünkü içerdeki masumları kirletme riski”nden kaçındığını söylüyor; bir adam karısının katilini komisere “Size karımın katilini takdim edeyim” sözleri ile tanıtıyor ve sonra üçü birlikte yiyip içiyorlar; yaylı çalgılardan nefret eden bir adama Brahms’ın bir eseri dinletilerek işkence yapılıyor vs. Absürt olan üzerinden üretilen komedinin amacı seyirciye kahkahalar attırmak değil; Blier asıl olarak saçma olanın normalleşmesi üzerinde düşünmesini sağlıyor seyircinin ve bu bağlamda komedisini aslında distopik bir karanlıkla birleştiriyor. Jean Penzer’in César’a aday olan görüntüleri çoğunlukla gece geçen sahnelerde ve özellikle de karakterlerden ikisinin yaşadığı ve diğerlerinin de bir şekilde geldiği devasa ve boş apartmandaki bölümlerde Blier’ın anlatmaya soyunduğunun görsel karşılığı olabilen bir güzellikte. Modern büyük şehir hayatının insanları birbirlerinden uzaklaştıran ve yabancılaştıran doğasının sonuçlarını dikkatli bir göz için net olacak bir şekilde gösteriyor bu görsel çalışma.
Ana karakterlerden birinin ağzından şu sözleri duyuyoruz işlediği sebepsiz cinayetleri açıklarken: “Bizi bu beton delirtti. Boş arsalar ve bizi çevreleyen, bu insanlıktan çıkmış evren delirtti. Ağaç görmek, kuş cıvıltısı duymak istiyorum. Bu yüzden yalnız kadınları öldürüyorum. Öldükleri an sanki bir kuş küçük bir çığlık atıyor. Ormanda yürümeye benziyor, biraz hava alıyorum”. Filmin meselesi tam da bu ama mesajı bu kadar net bir şekilde söze dökmeye gerek var mıydı, emin değilim; çünkü örneğin devasa apartmandaki yalnızlık, yalıtılmışlık ve boşluk hissi ya da gidilen bir kır evinde karakterlerden birinin doğa içinde olmakla ilgili sızlanması ve huysuzluğu daha etkileyici bir sinema havasında dile getiriyor meseleyi zaten. Burada yalnızlık ve yalıtılmışlık kavramları önemli; Blier bir metro içinde yerde yatarken gördüğümüz bir sahne dışında adeta karakter(ler)ini tüm dünyadan soyutlamış ve onları ıssız bir dünyanın içine atıvermiş görünüyor. Bir zengin evindeki müzik dinletisinde çok sayıda konuğun olduğu gibi istisna bölümler var ama o anlarda bile tüm karakterleri hikâyenin ana unsuru olarak kullanıyor yönetmen. Bir Eugène Ionesco oyunundan alındığı söylense yadırgamayacağınız açılış sahnesinde iki karakter dışında tüm bir metro istasyonu ve metro vagonu bomboş örneğin. Kır evine gidilen bölüme kadar da büyük şehirde doğa nadiren çıkıyor karşımıza ve hikâyenin ana mekânı olan bina tüm soğuk heybetliği ile hep kendisini ortaya koyuyor. Böyle bir büyük şehirde yaşayan ve yalnızlığın kendi gölgesinden bile korkuttuğu insanları anlatıyor film: “Kendi gölgemden korkuyorum! Yalnız olsam sorun olmazdı. Ne var ki arkamdan siyah bir şey geliyor ve beni mahvediyor” diyor karakterlerden biri örneğin, bir başkası “Konuşacak biri bulmanın” zorluğundan söz ediyor. Blier tüm karakterlerini adeta olması gerekenin, doğal olanın dışında davranacak şekilde oluşturarak modern şehirlerin insanı kendi doğasının dışına ittiğini söylüyor bize.
Zaman zaman başvurduğu zarif kaydırmalar dışında çok sade bir dili var Blier’nin tüm filmde. Bıçakla, ateşli silahla ve boğarak işlenen cinayetlerin birbirini takip ettiği hikâyede aksiyonu sadece eylemlerin absürt görünümünü besleyecek şekilde kullanıyor yönetmen. Lavars adındaki bir bölgede çekilen final sahnesi de işte bu yalınlığı ve mekânın başarılı kullanımı ile dikkat çekerken, genel olarak filmin set tasarımları da hayli çekici. Depardieu, Blier ve Carmet dışında açılış sahnesinde muhasebeci olarak izlediğimiz Michel Serrault, kariyerindeki ikinci sinema filminde Carole Bouquet ve Geneviéve Page’ı da izleme olanağı bulduğumuz film üzerinden geçen kırk yılı aşkı süreden sonra belki baştaki kadar farklı görünmeyebilir ama yine de kesinlikle tazeliğini koruyor. Tek tek sahneleri açısından ele alındığında her biri (örneğin metroda geçen o uzun açılış bölümü) bir tiyatro oyununun bir perdelik kısmı (ya da bir perdesi içindeki bir tablosu) havası taşıyan film zaman zaman birbiri ardına gelen absürtlükleri ile tekrara düşüyormuş gibi oluyor açıkçası ve yeterince bütünsel de görünmüyor. Senaryosunu gösterdiği yapımcılardan “Yeteneklisin ve bu yeteneğini bununla harcama” tepkisi alan Blier’ın günümüzün ünlü yapımcısı ve o tarihte sadece 27 yaşında olan Alain Sarde’ın sayesinde çekebildiği filmi sonuç olarak ayrıksı ve önemli bir yapıt.
(“Cold Cuts” – “Soğuk Büfe”)