Mandabi – Ousmane Sembene (1968)

“Bu ülkede edep günah oldu. Bütün çakallardan daha çakal olacağım, görürsün! Ben de hırsız, ben de yalancı olacağım. Hile hurda yapacağım!”

Fransa’daki yeğeninin gönderdiği parayı almaya çalışırken için binbir zorlukla karşılaşan Senegalli bir adamın hikâyesi.

Senaryosunu Senegalli sinemacı Ousmane Sembène’nin 1966’da Fransızca olarak yayımlanan “Le Mandat, Précédé de Vehi-Ciosane” adlı novellasından uyarlayarak yine Sembène’nin yazdığı ve yönettiği bir Senegeal ve Fransa ortak yapımı. Senegal, Moritanya ve Gambiya’da yaşayan Wolof adındaki etnik grubun dilinde çekilen ilk film olan yapıt, aynı zamanda bilindiği kadarı ile Batı Afrika ülkelerinde bir Afrika dilinde de çekilen ilk çalışma. 1968’de Venedik’te Jüri Özel Ödülü’nü alan yapıt naif denebilecek bir sinema dili ile bir bir havalenin öden(eme)mesi üzerinden ülkedeki yozlaşma ve rüşveti, modernleşme ile birlikte değişen ahlakî değerleri anlatan ilginç bir eser. Yönetmenin pek çok filminde oynayan Makhourédia Guèye’nin, başı havalenin neden oldukları ile derde giren adamı doğal ve gerçekçi bir performansla canlandırdığı film neo-sömürgecilik üzerine de değinmeleri olan ve yalın sinema dili ile görülmeyi hak eden bir çalışma.

1959’da Sudan’ın Fransa’ya ait olan bölgesi ile birleşerek Mali Fedarasyonu’nu oluşturan ve tam bağımsızlığına 1960’da kavuşan Senegal’in, politik çalkantılardan sonra demokrasi ile yönetildiği bir dönemde (Yasal olarak faaliyetine izin verilen tek parti bugünün Sosyalist Partisi’ydi) çekilen film sonlardaki kısa ama yine de gereksiz mesaj çabası bir yana bırakılırsa, derdini gerçekçi ve sade bir biçimle, mizaha da yer vererek anlatan bir yapıt. Ibrahim adındaki bir adamın, yeğeninin Paris’te sokakları süpürerek biriktirdiği 25 Bin Fransız Frank tutarındaki parayı postaneden alma çabasını izliyoruz film boyunca ve hem bürokrasiye hem de değerlerini kaybetmekte olan halkın hırs ve oyunlarına kurban düşmesine tanık oluyoruz. Ülke artık bağımsızdır ama Fransızca başta olmak üzere Fransız kültürü ve kurumları canlıdır ülkede; resmî kurumların tabelaları Fransızcadır örneğin ve bu kurumlarda çalışanlar ve gençler arasında Fransızca günlük dildir. Fransa’daki yeğeninin Paris’te sokak süpürmekten öteye geçememesini ve oradan gelen havalenin adamın -hayli sorunlu da olsa- var olan düzenini bozmasının “Fransız müdahaleciliği/etkisi”nin sembolü olarak görülebileceğini bu bağlamda düşünmekte yarar var. Artık sömürge değildir Senegal ama kültürel ve finansal hegemonyası hâlâ canlıdır Fransa’nın. Özetle bir post-sömürgecilik hikâyesi olduğunu söylemek mümkün seyrettiğimizin.

Mesleklerini açık havada icra eden berberlerden birinin karşısında otururken tanışıyoruz İbrahim ile. Saç, sakal ve burun(!) traşı yapılırken gördüğümüz adam Senegal’de yasal ve yaygın olduğu gibi iki kadınla evlidir ve işsiz olduğundan yöresindeki pek çoğu gibi yoksuldur. Sembène ilk sahnelerde bir belgesel yaklaşımı ile adamı ve hayatını tüm netliği ile gösteriyor bize. İyi geçinen iki eşin geleneksel tüm hizmetlerini karşıladığı adamın hazım problemlerini açık bir şekilde hissedeceğimiz kadar gerçekçi bu girişten sonra, eve gelen postacı Paris’ten gönderilen bir mektup veriyor kadınlara. Daha iyi bir yaşam için Paris’e giden ve adamın kız kardeşinin oğlu olan yeğeni mektubunda 25 Bin Frank tutarında havale gönderdiğini ve bunun 20 binini kendisi için saklamasını, 3 binini annesine vermesini ve 2 binini de dayısının almasını istediğini yazmaktadır. “Dudaklarıma burada alkol değmiyor, namazı ihmal etmiyorum” diyen yeğeninin bu havalesi olayların da başlamasına neden olur; çünkü İbrahim’in parayı alması için gereken resimli bir kimliğinin olmaması onu Kafkaesk bir bürokrasinin içine atarken, paranın sözü bile etrafındakilerin harekete geçmesine yol açacaktır.

Yönetmen sade, hatta naif denebilecek bir sinema dili ile, öyküsünü öne çıkararak çekmiş filmi ve hatta kısa Paris bölümünde olduğu gibi, bir belgesel gerçekçiliğine de başvurmuş sık sık. Ülkesine ve halkına eleştiri getiren hikâye vergi kağıdı ve seçmen kaydı olan adamın sıra parasını çekmeye gelince yaşadığı güçlükleri zaman zaman trajikomik denecek sahnelerle anlatıyor. Burada doğrudan bir politik eleştiri yok ve hatta sondaki kesinlikle gereksiz “Kim düzeltecek bu durumu? / Siz, biz” bölümünde bir motivasyon yaratma girişimi bile var; ama bürokrasinin ve çalışanlarının hâli, dilencilerin varlığı ve halkın pirinç peşinde koşmalarına neden olan yoksulluğu hikâyenin ana odak noktaları arasında yer alıyor. Postanede, okuma yazma bilmeyenlere (veya burada olduğu gibi Fransızca bilmeyenlere) ücret karşılığında hizmet veren adamın (bu rolü yönetmen kendisi canlandırmış) masasını kaplayan Che’nin ünlü Küba purolu fotoğrafı doğrudan politik bir göndermesi olan tek sahne ve herhalde o sırada ülkedeki iktidarın siyasî tutumu ile ilgili. Adamın en büyük darbeyi yardım için gittiği bir akrabasından görmesi ise halka yönelik hayli fazla sayıdaki eleştirinin sadece biri. Eşlerden birinin doğaçlama söylediği “Havale” şarkısı (“Bu havale, bu havale / Bu havale her şeyi yoluna sokacak / Çok güzel bir değişiklik olacak / Borç almalar, para dilenmeler / Tarih olacak”) sadece hikâyesini seyrettiğimiz ailenin değil, onlarla yakın veya uzak ilişkisi olan herkesin hayalini anlatırken, iyi yürekli kahramanımızın her tanık (ve kurbanı) olduğu olay şaşkınlığını daha da artıracaktır. “Dilenciliğin ticarete döndüğü bir ülkenin hâli nice olur?”dan bu yazının girişindeki sözlere uzanan farklı tepkileri olacaktır İbrahim’in hikâye boyunca.

“Bu ülkede sadece dolandırıcılar iyi yaşar” gibi yargılardan, “İnsanları birleştiren bir yalan, ayrıştıran bir gerçekten daha iyidir” gibi sayısı oldukça çok halk deyişlerine sözlerin önemli olduğu film 1968’de Senegal’de yapılabilmiş olması ile şaşırtan, sineması aşınmış ve standart olsa da, öyküsü ile ilgiyi hak eden bir yapıt. Adamın Méty adındaki eşini oynayan Ynousse N’Diaye’nin (Séye) Senegal’in ilk kadın ressamı olarak kabul edildiğini de bir not olarak eklememiz gereken yapıt özellikle gözlemlerini öne çıkardığı bölümlerinde değeri daha da artan bir çalışma. Mandabi’nin, gözde temalarından biri olan sınıf meselelerine de (yönetmenin Marksizme yakın duran birisi olduğunu hatırlatalım) değindiğini ve din kurumunun da eleştirilerden payını aldığı film sömürgeciliğin resmî olarak bittiği zaman da aslında varlığını bir şekilde sürdürdüğünü ve Afrikalıların sadece Batı’da (burada Fransa’da) değil, kendi ülkelerinde de ikinci sınıf vatandaş olmaya devam ettiklerini hatırlatan, ilgiyi kesinlikle hak eden bir yapıt.

(“Le Mandat” – “The Money Order”)

2011 Festival Notları 2

Ha Ha Ha – Hong Sang-Soo : Erkekler ve onların boş hayalleri, hikâyeleri anlatmak ve yaşamak üzerine yönetmenin daha önceki filmlerinin tarzında ve sürekli bir gülümseme ile seyredilen filmlerden. Aynı zamanlarda aynı yerde olan kahramanlarının bunun farkında olmadan birbirlerine anlattıkları ortak hikâyeleri güldüren değil gülümseten bir filme kaynaklık ediyor ve filmin şaşkın kahramanlarına hani nerede ise aşık ediyor sizi. Hafif üslupçu bir tavır ve alçak gönüllü doğal oyunculuklar filmi daha da cazip kılıyor.

La Noire De… – Ousmane Sembene : Afrika sinemasının ilk örneklerinden. Koloniler, ırkçılık, sömürge, üst-alt sınıf ilişkisi üzerine çarpıcı bir stil denemesi de içeren etkileyici bir film. Ezilenleri temsil eden kahramanımızın hiç konuşmadığı ve sadece iç sesini duyduğumuz film varlığından haberdar olmadığınız ama seyredince büyük keyif aldığınız o gizli mücevherlerden. Çarpıcı finali, bazılarının saygınlığı ve iktidarı ancak ezdiklerinin varlığı ile elde edebildiğini göstermesi ve beklenenin tersine güçlü olanın değil güçsüz olanın bireyselliğinin öne çıktığı anlatımı ile festivalin zirvelerinden biri oldu benim için.
(“Black Girl” – “Kara Kız”)

Les Bruit des Glaçons – Bertrand Blier : Usta Fransız bir sinemacıdan ancak Fransız sinemasından çıkabilecek bir film. İnsan kılığında hayatına giren kanseri ile baş etmeye çalışan adamın kimi zaman oldukça komik olan kara mizah tarzındaki hikâyesi riskli bir konuyu kurallara, normlara pek de takmadan anlatıyor. Jean Dujardin’in başarılı ve dinamik bir oyunculuk gösterdiği film kanser insan olsaydı herhalde bu olurdu dedirten tiplemesi ile sinir bozucu bir durumu getiriyor karşımıza. Bu durumu dengeleyen “aşırı iyi sonu” ve her hikâyeyi inandırıcılığın sınırları içinde anlatan Hollywood sinemasına inat tarzı ile ilginç bir film. Amaçladığı kadar değil ama yine de yaratıcı ve çarpıcı.
(“The Clink of Ice” – “Buz Sesi”)