Five Easy Pieces – Bob Rafelson (1970)

“Sık sık yer değiştiriyorum; bir şey aradığımdan değil, kalırsam kötüye gidecek şeylerden uzak duruyorum sadece”

Tüm ailesi müzisyen ve kendisi de piyanist olan bir adamın bu üst sınıf hayatı geride bırakarak yaşadıklarının hikâyesi.

Hem yönetmeni Bob Rafelson hem de baş oyuncusu Jack Nicholson için sinema kariyerlerinde ilk ciddi çıkışı sağlayan klasik. 1970’lerin liberal ve özgürlükçü hareketlerin hızla yaygınlaştığı ABD’sinden bir ret ve amaçsız bir arayış daha doğrusu amaçsız bir hayat hikâyesi olan film Amerikan sinemasının kalıcı etkisi olan eserlerinden biri ve Nicholson ve Karen Black’in oyunları ile bugün önemini korumayı başarıyor. Filmin, içinde bulunduğu hayatı/düzeni ret eden ama yerine daha anlamı bir seçenek de koyamayan öfkeli gençleri (günümüzün ekonomik krizindeki “öfkeliler” gruplarına ne çok benziyor) beyaz perdeye taşımak gibi bir önemi de var üstelik.

Filmin kaçış içindeki karakterini canlandıran Nicholson’ın oyununa değinmek gerekiyor öncelikle. Özellikle ilk sahnelerde sanatçının nerede ise abartılı denecek bir oyunu var gibi görünüyor ama hikâye ilerledikçe ve kahramanımızın evine geçici olarak döndüğü sahnelerde çok daha sakin ve nerede ise öfke ile hüznün karışımı olan oyununu görünce başlardaki bu gösterişli yaklaşımın nedenini de anlıyorsunuz. Nicholson ilk bölümlerde aslında karakterinin üzerine yapay olarak geçirdiği ve kaçışının doğal bir sonucu olarak farklı bir kişiliğe ait olan hayatı oynuyor ve kendisine ait olmayan bir hayatı süren ama kendisine ait olanını da bilmeyen karakterini tam da bu nedenle elle tutulur kılıyor. Oyunculuğun bu tartışmasız usta ismi dünya ile iletişimi kalmamış görünen babasına hissettiklerini anlattığı ve bir kısmını kendisinin yazdığı sözleri sarfettiği sahne ve diğer pek çok başka sahnede tam anlamı ile döktürüyor; arabasının içindeki öfke nöbeti örneğin tam bir oyunculuk gösterisi kesinlikle. Kendisine eşlik eden ve aptal sarışın rolünün içine tam anlamı ile girmiş olan Karen Black de saf ve seksi karakterini oynarken sıkı bir takdiri hal eden bir performans sergiliyor. Nicholson ve Black’in karakterlerinin arasında geçen ilk sahne adamın ikilemini de seyirciye geçiren, hayli ustaca yazılmış bir senaryonun en parlak anlarından biri aynı zamanda. Tüm ailesi klasik müzikçi olan, kardeşlerin de müzikle bağlantılı isimlerinin (Beethoven’in Eroica, Partita, Fidelio adlı eserlerinden alınmış bu isimler) olduğu ailenin çok yetenekli ama kariyerini silip atmış karakteri olan Nicholson, üst sınıfın veya bu filmde olduğu gibi burjuva sınıfının bu müzikle olan bağını alay konusu yaparken, sevgilisi olan kadının Country sevgisini de bu müziği çöp olarak niteleyip aşağılıyor. Sonuçta ne orada ne burada yapabilen ve kendisini hiçbir yere ait hissetmeyen kahramanımızın müthiş çekilmiş finalde verdiği karar da bu ikileme uygun ve çıkmazı, sıkışmışlığı ve çözümsüzlüğü ustaca sergileyerek filmimize çok yakşıyor açıkçası.

Senaryo sadece üst sınıfları değil, aslında her kesimi eleştirisinin odağına alıyor ve böyle yaparak da filmin atmosferinde bir umut havasının barınmasına da izin vermiyor. Film hem içi boş entelektüelliklerini de katarak üst sınıfın bireylerinin hem dönemin hippilerinin hem de kendisinin geçici (!) olarak içine girdiği alt sınıfların hayatlarına sert yumruklar savuruyor. Burada senaryonun kadın karakterlerin tümüne nedense tuhaf bir alaycılık veya soğukluk ile yaklaştığını da eklemek gerekiyor. Kadınlar ya yapay ya aptal ya da tuhaf karakterler olarak sergileniyor film boyunca ki buna kahramanımızın bir parça olumlu bir kişiliği var gibi görünen kız kardeşi de dahil. Aslında erkekler de dahil tüm karakterler için söylenebilir bu tespit ama kadınlara ayrı bir özen gösterildiği açık bu aşağılamada. Nicholson’ın karakteri için, belki babası ile konuştuğu veya abisinin sevgilisi ile yakınlaştığı sahnelerde senaryonun hem umut yaratmak hem de olumlu bir hava sergilemek gayretinde olduğu söylenebilir ama filmin geneli içinde kesinlikle baskın değil bu durumlar; kahramanımız da senaryonun karakterlerinden uzak durma kararının etkisini taşıyor üzerinde kısacası. Sevgilisine “ağzını hiç açmasan ne güzel olurdu diyen” ve ona sadece acıma ve şehvet duyguları ile yaklaşan bir karakter olarak gösteriyor filmimiz onu da. Nicholson’ın karakterinin ağzından duyurduğu gibi, senaryo herkesin koca bir yalandan ibaret olduğunu öne sürüyor, bir alternatifin umudunu da hiç hissettirmeden.

László Kovács’ın başarılı görüntüleri, keyifli klasik müzik parçaları ve elbette tüm filme yayılan ve kahamanımızın o günler için seçtiği hayatın sembolü gibi görünen ve dönemin ünlü Country şarkıcısı Tammy Wynette’in seslendirdiği şarkıları ile de ilgi toplayacak bir film “Five Easy Pieces”. Baştaki nerede ise emekçilere bir kutsallık havası katan sahneler bir kenara bırakılırsa bu “yol filmi” toplum için çizdiği karanlık resim ile bunca yıl sonra hemen hiç eskimemiş görünüyor ki kesinlikle yabana atılmayacak bir başarı bu. Entelektüel tiplemelerindeki gereksiz görünen karikatürleştirme gibi küçük kusurları görmemezlikten gelinmesi gereken gerçek bir klasik film özet olarak.

(“Beş Kolay Parça”)