The Untouchables – Brian De Palma (1987)

“Tatlı söz ve silahla, sadece tatlı sözle alabileceğinden daha fazlasını alırsın”

İçki yasağı döneminin Amerika’sında Al Capone’un peşine düşen bir federal ajanın hikâyesi.

Federal ajan Eliot Ness’in gazeteci Oscar Fraley ile birlikte yazdığı anı kitabından uyarlanan film Ness’in Capone’u ele geçirmek için yaptığı mücadelenin hikayesini şık, stilize ve zaman zaman tipik 80’ler havasını taşıyan bir yüzeysellik içinde anlatan sıkı bir suç filmi. Yönetmen Brian de Palma’nın seyirci nezdinde en çok ilgi toplayan eserlerinden biri olan film Palma’nın alamet-i farikalarından biri olan sinemasal referanslarından birini de içeriyor ve tren garının merdivenlerinde geçen sahnesinde Sergey Ayzenştayn’ın “Bronenosets Potyomkin – Potemkin Zırhlısı” adlı baş yapıtındaki unutulmaz merdiven sahnesini tekrarlıyor.

Usta senarist David Mamet’ın senaryosundan çekilen film hayli zengin bir oyuncu kadrosuna sahip: Kevin Costner’dan Sean Connery’e, Robert de Niro’dan Andy Garcia’ya Amerikan sinemasının ünlü oyuncularının önümüze sürüldüğü bir film karşımızdaki. Önümüze sürülmüş diyorum çünkü film yönetmenin mizansen anlayışı ile sürekli olarak büyüklüğün ve ihtişamın iddiası içinde hikayesi boyunca. Ne var ki bu zengin kadrodan ayakta kalan tek isim Sean Connery. Yardımcı bir rolde de olsa Connery, her zamanki donuk oyununu veren Costner’ı da, şaşırtıcı bir abartı ile rolünü canlandıran Robert de Niro’yu da ve senaryonun kendisine pek de yardım etmediği rolünde yüzünden hiç eksiltmediği hınzır gülümsemesi ile ortalıkta gezinen Andy Garcia’yı da ezip geçiyor. Bu zengin ama performanslarını pek yukarılara taşıyamayan kadroya filmin müziklerini yapan Ennio Morricone’nin güçlü ama bence kimi sahnelerde hikâyenin geçtiği döneme pek uymayan müziğini de ekleyince Palma’nın seyirci üzerinde çarpıcı bir etki bırakmaya çalıştığı açık.

Filme asıl damgasını vuran Palma’nın kimi kamera açıları ve hareketleri ile hikâyeye damgasını basmış olması. Açılıştaki tepe kamerası ile çekilmiş ve Capone’un medyayı da etkileyen gücünü ve karakterini gösteren sahne veya bu sahnede Robert de Niro’nun ve hemen bir sonraki sahnede Costner’ın, hikaye boyunca kapışacak iki güçlü karakterin, yüzlerini bir süre seyirciye göstermeme tercihleri, yönetmenin stilize bir anlatımın peşinde koştuğunu gösteren ve örneğin kuş bakışı ile çektiği sahneler ya da kameranın görüntüleri hemen tüm sahne boyunca Connery’in evine giren suikastçinin gözünden verdiği anlar bu görsel çarpıcılık çabasının izlerini taşıyor ve bu çaba aslında başarıya da ulaşıyor. Mamet’ın senaryosu belki özel bir yaratıcılık içermiyor ama hikâye hiç aksamıyor ve seyircinin ilgisini hiç kaybetmeyecek bir tempoda ilerliyor. Palma’nın senaryoya uygun yönetim biçimi ve bu tempoyu süsleyen kimi stil denemeleri de filmin bu çekicilik yanını destekliyor.

Muhasebe kayıtları üzerinden Capone’nun vergi kaçırdığının tespit edilmesi ve ancak bu şekilde hapse atılabildiği düşünüldüğünde hikâyede doğal olarak Costner’ın canlandırdığı ajan Ness’in çabaları biraz boşlukta kalıyor gibi oluyor ama senaryonun kimi başka kusurları daha öne çıkıyor. Örneğin muhasebe kayıtlarını didik didik eden ve Charles Martin Smith’in canlandırdığı ajan karakteri üzerinden yaratılan komedi anları veya bir çatışma sırasındaki komedi unsurları hikâyenin atmosferine zarar veriyor gibi görünüyor. Kimi karakterlerin yeterince derinleştirilmemiş olması da dikkat çekiyor. Örneğin ajan Ness’in karısı rolündeki Patricia Clarkson hikâye boyunca göründüğü karelerde sadece müşfikliğin ve fedakârlığın sembolü bir melek gibi bir görünüp kayboluyor sadece.

Palma’nın filmi kimi kusurlarına rağmen seyri kesinlikle zevkli, iyi anlatılmış ve gardaki çatışma sahnesinden açılış sahnesine kadar üzerinde özenle çalışıldığı belli olan ve baş kahramanının hikâye boyunca yaşadığı karakter değişimlerinin izlerini başarılı bir şekilde ortaya koyan bir çalışma. Görüntülerinin başarısı, atmosferindeki ustalığı ve iki farklı gücün, Al Capone ve ajan Ness’in, çatışmasını anlatmaktaki becerisi ile 80’lerden gelen bir klasik karşımızdaki. Aksiyon sahneleri, döneminde sert ve kanlı bulunan ama günümüz sinemasının değerleri içinde hayli yumuşak görünebilecek kimi anları, aksamayan ritmi ile bu film görülmesi gereken filmler listesinde yerini almış olanlardan.

(“Dokunulmazlar”)

The Black Dahlia – Brian de Palma (2006)

“Hayatta çok şey kaybettim ama para için bir dövüşü asla!”

Öldürülen bir sinema oyuncusunun katilinin peşine düşen iki polisin hikâyesi.

James Ellroy’un romanından uyarlanan film kameranın arkasındaki usta isim Brian de Palma’ya rağmen çoğunlukla vasat bir düzeyde gezinen ol(a)mamış bir çalışma. İkinci Dünya Savaşı sonrası 40’lı yıllarda Los Angeles’ta geçen hikâye diğer Ellroy uyarlamalarında olduğu gibi kara film havası taşıyan ve iyi ve kötü polisleri, “femme fatale” havasındaki kadınları, sapkın karakterleri ve her yana yayılmış yozlaşma örnekleri ile bir potansiyel taşıyor ama gerek hikâyenin akışı, gerek oyunculuklar ve gerekse yönetim filme bu potansiyelin çok azını taşıyabilmiş görünüyor.

Scarlett Johansson, Josh Harnett, Aaron Eckhart ve Hillary Swank gibi genç neslin yıldızları var kadroda ama bu isimlerden tek ayakta kalabilen Swank oluyor ve o da sadece idare ediyor. Johansson ve Eckhart açık bir ifade ile oldukça kötü bir performans veriyorlar ve inandırıcılığın epeyce uzağına düşüyorlar. Hanett’ın canlandırdığı karakterin zaman zaman anlatıcı rolü üstlendiği film bu araya giren açıklayıcı cümlelerin pek de “iz bırakacak” ifadeler olmaması nedeni ile nerede ise “gösteremeyince anlatalım” tarzı bir yaklaşımın örneği oluyor. Tasarımı oldukça şık bir film bu ama bu tercih örneğin yine bir Ellroy uyarlaması olan “L.A. Confidential” filmindeki şıklığın aksine vasatlığın üzerini örtmeye çalışan bir gereksiz örtüye dönüşmüş.

Herkesin bir sırrı olunca ve bu sırlar, itiraflar, yalanlar peş peşe ortaya dökülünce bir ara nefes alamadığınızı hissetmeniz bile mümkün film boyunca. O kadar ki biraz daha ileri gidilip ve kötü oyunculukları da bir parça abartarak bir kara film parodisi yapılabilirmiş diye düşünmemek mümkün değil. Brian de Palma’nın elinin değdiği belli olan ve filmin genelinden hayli yüksek seviyelerde seyreden boks maçı ve yüksekten düşme sahneleri gibi kısıtlı seyre değer örnekleri bir kenara bırakırsanız “masa üzerinde aşk” gibi oldukça yapay görünen kimi sahneleri de barındıran film bir usta tarafından çekilmiş ama ustanın kendisini gizlediği bir film gibi duruyor çoğunlukla. Tüm bu olumsuzluklara rağmen filmin hayli başarılı bir görüntü yönetimi var ve renk ve ışık seçimleri belki filme uymayan o şıklığa da katkıda bulunuyorlar ama bundan bağımsız olarak Vilmos Zsigmond kendi başına takdir edilmesi gereken bir çalışma çıkarmış.

(“Cehennem Çiçeği”)