Savaşın Gölgesinde (Lore) – Cate Shortland : Alman sinemasından bir İkinci Dünya Savaşı filmi. Savaşın kaybedildiğinin kesinleştiği günlerde bir Nazi subayının çocuklarının ülke içinde yaptıkları ve sonunda bir parça kolaya kaçılmış olsa da toplumdaki faşizmin kaynağı ile karşılaştıkları bu film, iyi çekilmiş ve oynanmış, etkileyici görüntülerle dolu bir çalışma. Toplumdaki “gerçeğin inkârının” sadece bize özgü olmadığını göstermesi açısından da ilginç olan film çok önemli olmayan ama popüler sinema kalıpları içinde başarılı bir eser.
Tepelerin Ardında (Dupa Dealuri – Beyond the Hills) – Cristian Mungiu : “4 Ay, 3 Hafta ve 2 Gün” filminin yönetmeni Mungiu’dan yine etkileyici bir eser. Kötülüklerin her zaman kötü niyetlerden değil bazen sevgi ve inançlardan da kaynaklanabileceğini gösteren film hayli uzun süresi içinde telaş etmeden ve tekrardan kaçınmayarak anlatıyor derdini. İki baş kadın oyuncusunun muhteşem oyunları eşliğinde aktarılan hikâye zaman zaman boğucu derecede karamsar olabiliyor ama Mungiu’nun yeni Romanya’da çökmüş durumdaki devlet ve toplumsal düzenin yerini inanç sistemlerinin almış olmasını da kıyasıya eleştiren filmi görülmeli.
(“Tepelerin Ardında”)
Kara Oyun (Svartur á Leik – Black’s Game) – Óskar Thór Axelsson : İzlanda sinemasından çıkan ama benzeri bir Amerikan örneğinden hiçbir farkı olmayan bir film. Sert sahneler, sert ve hareketli müzikler, hareketli bir kurgu, gösterişli oyunculuklar ile bu filmin İzlanda sinemasından çıkmış olması dışında farklı bir yanı yok. Bu türden hoşlanan filmlerden hoşlananlar bu hızlı aksiyondan da keyif alacaklar şüphesiz ama sinemasal bir keyif vermekten çok uzak bir uyuşturucu, mafya ve seks filmi bu.
Çocuklar (Djeca – Children of Sarajevo) – Aida Begic : Saraybosna’da savaş sonrası hayata tutunmaya çalışan karakterlerin hikâyesi. Ani ve inandırıcılıktan yoksun bir finalle sonlanan film ile yönetmen iyimser bir bakışla umut vermek istemiş belki ama sinemasal açıdan kendi eserini hayli zayıflatmış bu tercihi ile. Keşke film böyle bir yola sapmayıp finale kadar başarı ile götürdüğü gerçekçi ve gözlemci bakışını koruyabilseymiş. Hayatın zorlukları ile baş etmeye ve bu arada onurlarını da korumaya çalışan küçük karakterlerin samimi hikâyesi zaman zaman Aida Begic’in kendi türbanını savunmak için de yazılmış havası yaratmıyor da değil.