Bacalaureat – Cristian Mungiu (2016)

“Burada hayat çok zor. Bir geleceği olamaz burada kalırsa”

İngiltere’de bir üniversiteden burs kazanan kızının Romanya’daki lise bitirme sınavlarını, bursun zorunlu kıldığı notlarla geçebilmesi için çaba harcayan bir babanın hikâyesi.

Romanyalı sinemacı Cristian Mungiu’nun yazdığı ve yönettiği; Romanya, Belçika ve Fransa ortak yapımı olarak çekilen bir film. Yönettiği tüm uzun metrajlı filmler ile hem beğenilmiş hem de ödüller kazanmış bir sinemacı Mungiu ve 2007 tarihli ve “4 Luni, 3 Saptamâni si 2 Zile – 4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün” adlı çalışması da Cannes’da hem Altın Palmiye’yi hem de FIPRESCI ödülünü kazanmıştı. Bir kez daha sağlam bir film çıkarıyor Mungiu ve “sosyal gerçekçi” olarak nitelendirebileceğimiz filmi ile etkileyici bir sonuç koyuyor ortaya. Masumca söylenen yalanlar veya masumca işlenen küçük suçlar üzerinden, günümüz Romanya toplumundaki yozlaşmayı ve bireylerin çıkışsızlık içinde kendi çözümlerini bulmaya çalışmalarını kayıtsız kalınamayacak bir şekilde anlatıyor bize. Baba rolündeki Adrian Titieni filmin her sahnesinde görünürken, karakterini dört dörtlük bir performansla canlandırıyor ve hikâyenin gerçekçiliğini ve özellikle ikinci yarısında belirginleşen polisiye yanını da ustalıkla besliyor. Saf bir sinema örneği bu ve sinemada aksiyon ya da büyük hikâye arayanlar için değil, insanı anlatan hikâyeleri özleyenler için kaçırılmaması gereken bir çalışma.

Mungiu film için özel bir müzik hazırlatmamış ve bunun yerine özellikle araba ile seyahat edilirken kulağımıza takılan opera müziklerini kullanmış. Operanın doğal olarak her zaman büyük bir hikâyeyi (hatta kimi zaman görkemli kelimesini gerektirecek büyüklükteki hikâyeleri) anlattığını düşünecek olursak, bu filmin küçük hikâyesi ile bir zıtlık doğuyor elbette ama Mungiu hep kısık bir sesle kullanıyor bu opera aryalarını ve alttan alta hep kendisini hissettiren bir “dış unsur” olarak kullanıyor bu şarkıları. Ortaya çıkan ise bir zıtlıktan çok, filmin sıradan insanların sıradan hikâyelerini anlatırken, onların hayatlarında (ve temsil ettikleri toplum düşünülürse, aslında tüm bir toplumun hayatında) aslında çok büyük bir yeri ve önemi olan trajediler, karar anları, suçluluk duyguları ve mücadeleleri karşımıza getirmesinden kaynaklan çekici bir tercih oluyor. Mungiu’nun ustalıkla yazılmış senaryosu, dozunda bir gerilim duygusunu da barındıran polisiye yanı ile hikâyesinin doğallığını ve gerçekçiliğini hiç bozmuyor ve özellikle baba ile kızının etrafında dönen filmi kesinlikle çekici kılıyor. Aslında sadece bu iki karakter değil, irili ufaklı tüm diğer karakterler elle tutulur, kendi -ilgiye değer- hikâyeleri ile geliyorlar karşımıza ve onlar üzerinden çağdaş Romanya toplumundan karanlık bir resim çıkarıyor Mungiu.

Evet, karanlık bir resim bu önümüze konulan. Birkaç teselli ve sevgi ânının yumuşatamadığı bir karanlık portreler dizisi çıkıyor karşımıza hikâye boyunca. Baba rolündeki Adrian Titieni’yi hiç rahat ve huzurlu, yüzünde bir gülümseme ile örneğin, göremiyoruz; sürekli havada asılı duran bir belirsizlik, bir huzurszuluk ve soru işaretlerinin altında yaşıyor sanki ve bazen kararlılıkla bazen tedirginlikler içinde sürdürdüğü mücadelesi seyircide iz bırakan bir mutsuz adam portresi ile sergileniyor. Gizemi seyirci ile paylaşılmayan pencere camını kıran taş ve arabanın camının kırılması gibi olaylar ya da bir cinsel saldırı girişiminin failinin meçhul bırakılması gibi unsurlar kendi başlarına taşıdıkları önemden çok, Mungiu’nun çizdiği “renksiz ve geleceksiz” toplumun bireyleri tedirgin kılan ve çözümsüz görünen havasını yansıtmaya yarıyorlar bize. Babanın kızının daha medenî bulduğu İngiltere’ye gidebilmesi için çabalaması ve Romanya’da bir geleceğinin olmadığına inanması (kendisi de 1989’da Çavuşesku rejiminin yıkılmasından iki yıl sonra eşi ile birlikte “bir şeylerin değiştiğine inanarak” döndüğü Romanya’da ciddi bir hayal kırıklığı yaşamış), hikâyemizi başlatan ve sürdüren ana tema ve hikâye boyunca pek çok farklı örneğini gördüğümüz küçük yalanların, üçkağıtların, rüşvetlerin, torpillerin birbirini besleyecek ve tetikleyecek şekilde ortaya çıkmasını sağlayan da o oluyor. Hayatın her alanına yayılmış bir adam kayırma, işini yap(tır)abilmek için rüşvetten karşılıklı olarak birbirini gözetmeye uzanan çabalar var hikâyemizde. Organ nakli için bekleme sırasında öne geçebilmek; hamileyken atıldığı bir işe geri dönebilmek; bir “gelenek” olarak, bir ölümden cenaze işindeki rakiplerinden önce haberdar olmak için ambulans şoförüne rüşvet vermek; kamu hizmeti veren bir doktora “bıçak parası” vermek veya hikâyemizin kahramanlarının asıl derdi olan sınavda yüksek bir notu garanti altına almak… Tüm karakterler bunların bir parçası olurken, hepsi bir diğerini iyi bir insan olarak tanımlıyor ve yaptıklarını doğal buluyorlar.

Mungiu’nun filmi Romanya’nın içinde bulunduğu bir hayal kırıklığının sembolü gibi de görülebilir: Adam ve karısı “demokrasiye geçişten” sonra döndükleri ülkenin şimdiki hâlinden mutsuzlar ve özellikle karısının rahatsız olduğu bir şekilde, çocuklarına öğrettikleri doğruların ve değerlerin aksi bir davranışın içine girmenin sıkıntısını yaşıyorlar. Ne var ki “sistem” bu ve bireyler de kendi yollarını bulabilmek, ayakta kalabilmek ve kazanmak (en azından kaybetmemek için) için kendi çözümlerini üretmek zorundalar. Mungiu hemen tüm sahneleri tek planla çekerken oyuncularından büyük destek almış bu hayal kırıklığını anlatırken. Özellikle baba rolündeki Adrian Titieni ve kızını canlandıran Maria-Victoria Dragus’un öne çıktığı tüm oyuncular diyaloglarını gerçekçilikten hiçbir zaman uzağa düşmeyen sadelikle konuşurken, her biri rolünün içine mükemmel bir şekilde girmiş görünüyor.

Mungiu yine bir sosyal meseleyi dert edinmiş kendisine ve yalın bir dil kullanırken, gereksiz tüm oyunlardan arınmış ve temposu hep doğru kararda olan bir film çekmiş. Hikâyenin yavaş yavaş artan ama filmin asıl derdinin önüne geçmeyip, onu canlı tutan gerilimini de dikkate alınca filmin tam bir başarı olduğunu söylemek mümkün. Yozlaşmanın normale dönüştüğü ve tüm bireylerin asla doğrudan adını telaffuz etmeden bu yozlaşmanın parçası olduğu bir toplum bu ve hayli sembolik bir sahnede (oyun parkında kurallara uymayan bir çocuğa taş atan bir başka çocuğa bunu yapmaması söylendiğinde sorduğu “peki ne yapmalıyıdm?” sorusunun cevaplan(a)mamasına tanık oluyoruz bu sahnede) cevapsız kaldığı gibi, bir çözüm için de pek umutlu görünmüyor Mungiu. Rejim değişikliğinden sonra pek çok Rumen filminin benimsediği tavırı takınıyor yönetmen/senarist Mungiu ve ülkesinin hayli karanlık bir resmini çiziyor. Ne yıkılan rejimin ne de onun yerine kurulanın benimsendiği bir tercih bu ve -en azından şimdilik ve çoğunlukla- gözlemek ve göstermekle yetiniyor. Anne karakterinin sembolü olduğu yılgınlık ve pes etmeyi bir çözüm olarak değil, bir gerçeklik olarak gösteren film bir “ahlâk hikâyesi” ama ders veren türünden değil. Babanın otobüsle evine dönerken, camdan gördüğü ve kızına saldıran kişi olduğunu düşündüğü adamın peşine düştüğü sahnenin bile tek başına görmeye değer kıldığı dürüst bir film bu.

(“Graduation” – “Mezuniyet”)

Film Ekimi 2012

Savaşın Gölgesinde (Lore) – Cate Shortland : Alman sinemasından bir İkinci Dünya Savaşı filmi. Savaşın kaybedildiğinin kesinleştiği günlerde bir Nazi subayının çocuklarının ülke içinde yaptıkları ve sonunda bir parça kolaya kaçılmış olsa da toplumdaki faşizmin kaynağı ile karşılaştıkları bu film, iyi çekilmiş ve oynanmış, etkileyici görüntülerle dolu bir çalışma. Toplumdaki “gerçeğin inkârının” sadece bize özgü olmadığını göstermesi açısından da ilginç olan film çok önemli olmayan ama popüler sinema kalıpları içinde başarılı bir eser.

Tepelerin Ardında (Dupa Dealuri – Beyond the Hills) – Cristian Mungiu : “4 Ay, 3 Hafta ve 2 Gün” filminin yönetmeni Mungiu’dan yine etkileyici bir eser. Kötülüklerin her zaman kötü niyetlerden değil bazen sevgi ve inançlardan da kaynaklanabileceğini gösteren film hayli uzun süresi içinde telaş etmeden ve tekrardan kaçınmayarak anlatıyor derdini. İki baş kadın oyuncusunun muhteşem oyunları eşliğinde aktarılan hikâye zaman zaman boğucu derecede karamsar olabiliyor ama Mungiu’nun yeni Romanya’da çökmüş durumdaki devlet ve toplumsal düzenin yerini inanç sistemlerinin almış olmasını da kıyasıya eleştiren filmi görülmeli.
(“Tepelerin Ardında”)

Kara Oyun (Svartur á Leik – Black’s Game) – Óskar Thór Axelsson : İzlanda sinemasından çıkan ama benzeri bir Amerikan örneğinden hiçbir farkı olmayan bir film. Sert sahneler, sert ve hareketli müzikler, hareketli bir kurgu, gösterişli oyunculuklar ile bu filmin İzlanda sinemasından çıkmış olması dışında farklı bir yanı yok. Bu türden hoşlanan filmlerden hoşlananlar bu hızlı aksiyondan da keyif alacaklar şüphesiz ama sinemasal bir keyif vermekten çok uzak bir uyuşturucu, mafya ve seks filmi bu.

Çocuklar (Djeca – Children of Sarajevo) – Aida Begic : Saraybosna’da savaş sonrası hayata tutunmaya çalışan karakterlerin hikâyesi. Ani ve inandırıcılıktan yoksun bir finalle sonlanan film ile yönetmen iyimser bir bakışla umut vermek istemiş belki ama sinemasal açıdan kendi eserini hayli zayıflatmış bu tercihi ile. Keşke film böyle bir yola sapmayıp finale kadar başarı ile götürdüğü gerçekçi ve gözlemci bakışını koruyabilseymiş. Hayatın zorlukları ile baş etmeye ve bu arada onurlarını da korumaya çalışan küçük karakterlerin samimi hikâyesi zaman zaman Aida Begic’in kendi türbanını savunmak için de yazılmış havası yaratmıyor da değil.