Steamboat Bill, Jr. – Charles Reisner / Buster Keaton (1928)

“Ekmek hamuru alet çantasının üzerine düşünce oldu herhalde”

Babasının nehirde çalışan buharlı bir tekneyi kumanda etmeyi öğrenmeye zorladığı genç bir adamın hikâyesi.

Senaryosunu Carl Harbaugh’nun hikâyesinden Harbaugh ve Buster Keaton’ın yazdığı, yönetmenliğini Charles Reisner’ın (ve jenerikte adı geçmeyen Keaton’ın) yaptığı, ABD yapımı bir Buster Keaton komedisi. Adını 1911’de Arthur Collins’in yorumu ile ABD’de çok popüler olan “Steamboat Bill” adlı şarkıdan alan film, sinemanın “gülmeyen” komedi yıldızı Buster Keaton’ın hikâyenin ikinci yarısına damgasını vuran şovu ile klasikler arasına giren bir yapıt. İlk yarısında orta karar bir komedi olarak ilerleyen film, ikinci yarısında bugün her biri sinema tarihine geçen sahneleri ile seyircisini sürükleyici ve güçlü bir mizahla buluşturuyor. Keaton’ın fiziksel komedi becerisi, zamanlama yeteneği ve komedisini çekici bir şekilde destekleyen ciddi karakteri ile mutlaka görülmesi gereken bir sinema eseri.

Vodvil dünyasında Leighton Kardeşler olarak tanınan Bert ve Frank Leighton’ın bestelediği, sözlerini Ren Shields’ın yazdığı “Steamboat Bill” adlı şarkı birbirleri ile yarışan iki istimbotu anlatır. Collins’in yorumu şarkıyı o denli popüler kılmış ki Charles Reisner’e bu Keaton filmi için ilham vermiş. Aynı şarkının yine 1928’de Disney yapımı bir çizgi filmin de (Ub Iwerks ve Walt Disney’in yönettiği “Steamboat Willie”) esin kaynağı olması, popülaritesinin önemli bir göstergesi olsa gerek. Keaton’ın filminde de şarkıdaki gibi iki istimbot var: Biri kahramanımızın babasının (Ernest Torrence) işlettiği ve hayli eskimiş olan “Stonewall Jackson”, diğeri ise yörenin banka ve otel sahibi zengin iş adamının (Tom McGuire) hikâyenin başında gösterişli bir törenle suya indirdiği “King”. Okulunu bitiren genç William çektiği telgrafla bu törenin yapılacağı gün babasını ziyarete geleceğini haber vermiştir. Herkesin “Steamboat Bill” adı ile tanıdığı babası uzun süredir görmemiştir oğlunu ve bu ziyareti dört gözle beklemektedir; öte yandan da zengin adamın teknesi ile nasıl rekabet edeceğinin derdindedir. William’ın haberi olmasa da, zengin adamın kızı olan ve okuldan tanıdığı Kitty de (Marion Byron) aynı gün kasabaya gelmektedir ve film iki tekne sahibi arasındaki rekabet, babasının sert ve güçlü bir erkek olarak hayal ettiği William’ı teknesinin kaptanı yapma planı ve iki genç arasında filizlenen aşkın hikâyesi olarak ilerleyecektir.

Ana karakterleri hikâyenin başında, onları canlandıran oyuncuların isimleri ile tanıtan film öykünün özetinin de gösterdiği gibi bir “sınıf çatışması” olarak başlıyor ama elbette öyle ilerlemiyor; finalinin beklenen uzlaşmacı tavrı da bunun sağlam bir göstergesi. Bunun yerine; Keaton’ın özellikle hikâyenin ikinci yarısındaki müthiş komedi performansı, bir parça romantizm ve babanın yanlış beklentileri üzerinden üretilen mizahla yetiniyor film ve hedeflediği çekiciliğe de -başta bir parça sıradanmış gibi görünse de- ulaşmayı başarıyor. Babanın hayal ettiğinin aksine, kıyafetinden (1920’lerin Parisi’nden bir ressam havası var William’da) fiziğine (cüsseli bir adam olan baba minyon tipli oğlunun kendisinden de büyük olduğu umudundadır onu görmeden önce) çok farklı biri olan William ile bizim ve babasının tanışma sahnelerinde yakadaki beyaz karanfil veya şapka denemeleri esprileri eğlendiriyor ama çok da kalıcı değil bu sahnelerde yaratılan mizah. Bu bölümlerin asıl çekiciliği babanın hayal kırıklığını gidermek için giriştiği denemelerin genellikle başarısızlıkla sonuçlanması üzerinden üretiliyor. Hikâye asıl olarak ise Keaton’ın fiziksel performans yeteneği gerektiren sahnelerinin devreye girmesi ile açılıyor ve örneğin bedeninin iki tekne arasında uzanması veya teknedeki sakarlıkların başlaması ile seyirciyi kendisine bağlıyor.

Hiç gülmeyen oyuncu olarak tanınan Keaton’ın sadece gülmemekle yetinmeyip, aynı zamanda duyguları da hemen hiç belli etmeyen mimikleri her zaman olduğu gibi filmin önemli kozlarından biri; çünkü hem onun bu “duygusuzluğu” o anda tanık olduğumuz komedi ile çekici bir zıtlık yaratarak ilgili ânın mizah duygusunu güçlendiriyor hem de bizi her defasında komedisine hazırlıksız yakalayarak daha da fazla etkilenmemizi sağlıyor. Keaton’ın ne olacağa seyirciyi hazırlamayan, bunun yerine olanı göstermeye odaklanan mizah anlayışı burada da karşımıza çıkıyor ve ikinci yarının önemli bir kısmındaki “fırtına ve sonuçları” görüntüleri ile çok eğlenceli bir şekilde sarsıyor seyirciyi. Bugün filmden en çok hatırlanan, üzerinde konuşulan ve bolca seyredilen görüntü de bu bölümde yer alıyor. Sessiz sinemanın klasikleri arasında yer alan bu görüntüde, fırtınadan yıkılan bir evin ön cephesi Keaton’ın üzerine devriliyor ama kahramanımız pencere boşluğuna denk geldiğinden en ufak bir sıyrık almadan atlatıyor bu tehlikeyi! Fırtınaya karşı yürüme, fırtına sırasında sığınılan bir tiyatro sahnesinde yaşananlar, kasırganın köklerinden kopardığı bir ağaçla havada yapılan yolculuk gibi pek çok zirve anları var bu bölümün ve Keaton’ın bir oyuncu olarak slapstick denen komedi türünün Chaplin ile birlikte en büyük ustası olduğunu da kanıtlıyor. Yukarıda bahsi geçen, devrilen ev sahnesinde aldığı ölüm riski ise gerçekten büyükmüş; üçüncü eşi onun bu riski almasını malî problemlerine, bir sinemacı olarak bağımsızlığını büyük stüdyolara kaptırmaktan etkilenmesine ve gittikçe kötüleşen alkol bağımlılığına bağlamış temel olarak.

1930’ların ikinci yarısından itibaren sinema endüstrisinin gözünden düşen ve bir sanatçı olarak mali / finansal bağımsızlığını yitiren Keaton arada birtakım sinema ve televizyon yapımlarında yer alsa da sinemaseverlerin pek de hatırlamadığı bir isim olmuştu. Onu tekrar gündeme getiren ise Fransız Sinematek kurumunun 1962’de düzenlediği retrospektif gösteri ve ardından da 1965 Venedik Festivali’nin ona özel bir bölüm ayırması olmuş. Bu organizasyonlarla hatırlandığına mutlu olan Keaton’ın söylediği belirtilen “Alkışlar güzel ama çok geç geldiler” sözü ise sanatçının hissettiği kırgınlığı hatırlatıyor buruk bir şekilde. Finalde Keaton’ın karakterini bir “erkeğe dönüştürüyor” olsa da, baba karakteri üzerinden maçoluğu ve sert erkekliği eleştiren film her Keaton yapıtı gibi, görülmesi gereken bir çalışma.

(“Bill’in Buharlı Gemisi”)