“Terk etmesi zor bir yerdir burası; çünkü başka hiçbir yer görmemişsinizdir. Kız kardeşim, Jashaun, burada olmaktan mutlu. Benim görmediğim şeyler görüyor burada. İyi bir kız o. Fırtına yaklaştığında, eskiler bulutu gözlememizi söylerlerdi… ve eğer rüzgâr dayanılamayacak kadar kuvvetli ise, hepimiz ona yaslanırdık ve böylece rüzgâr bizi sürükleyip götüremezdi”
Ortalıkta gözükmeyen babasının ölümünden sonra annesi ve kız kardeşi ile yaşadığı, yerlilere ait “rezervasyon”u terk ederek kız arkadaşı ile Los Angeles’a gitmek isteyen genç adamın hikâyesi.
Chloé Zhao’nun yazdığı ve yönettiği bir ABD filmi. Yönetmenin ilk uzun metrajlı yapıtı olan çalışma onun sadelik üzerine kurulu sinema dilinin de ilk örneği. Daha sonra “The Rider” (2017) ve “Nomadland” (2020) adlarında iki parlak filme daha imza atan; ilk 3 yapıtındaki “sıradan ve gerçek” karakterlerden sonra, “Eternals” ile bir süper kahraman filmi çekerek -açıkçası olumsuz anlamda- şaşırtan yönetmen Zhao’nun bu yapıtı has bir sinema örneği. Soykırıma uğrayan ve bugün ABD topraklarında “rezervasyon” denen topraklarda yaşamaya mahkûm edilen yerlilerin arasında geçen hikâyesi geleceksizlikle sarılı bir yaşam süren genç bir adamın çıkış arayışını aile kavramı ile birlikte incelikle ele alan, “fısıldadığı sözler”le çok güçlü şeyler söyleyen ve gerçek insanların gerçek öykülerinin sinemada hak ettikleri karşılığı bulduklarında sonucun ne kadar değerli olabileceğini gösteren bir yapıt bu. “Öyküsüzlüğü” ortalama bir seyirciyi ürkütebilir belki ama ilgiyi ve özenle izlenmeyi kesinlikle hak eden bir eser.
ABD’deki tüm etnik gruplar arasında en yüksek intihar oranına (hem girişim hem ölüm sayısı olarak) bu toprakların ilk sakinleri olan yerliler sahip istatistiklere göre. Ülke topraklarının yaklaşık %2,3’ünü kaplayan, sayıları 310 civarında olan ve adına rezervasyon denen bölgelerde yaşayan yerliler arasında bu oran en üst değerine ulaşıyor. Chloé Zhao’nun Pine Ridge adını taşıyan rezervasyonda çekilen ve hikâyesi orada geçen filmini seyrettiğinizde bu istatistiğin nedenini anlamamanız imkânsız. Güncel bir istatistik, yaklaşık 20 bin kişinin yaşadığı bölgede ailelerin %85’inde alkolizm sorunu olduğunu ve işlenen suçların yüzde 90’ının da alkolle bağlantılı olduğunun düşünüldüğünü gösteriyor. Kısa bir süreliğine yasak kalksa da, 1832’den beri alkol satmanın ve bulundurmanın bu rezervasyonda yasak olduğunu öğrenince bu istatistik şaşırtabilir ama bunun açıklaması olarak kaçakçılar ve komşu bölgelerden burayı besleyen çok sayıda içki dükkânı gösteriliyor. Öykümüzün kahramanı, lise öğrencisi Johnny (John Reddy) bu yasağı kullanarak biraz para kazanan, ağabeyi hapiste olan, annesi ve küçük kız kardeşi ile yaşayan bir genç; farklı kadınlarla ilişkilerinden sayısını kimsenin bilir görünmediği çocuğu olan babası ortalıkta pek görünmeyen bir rodeocudur ve öykünün başında hayatını kaybeder. Johhny Los Angeles’a üniversiteye gidecek olan kız arkadaşı ile birlikte terk etmeyi planlamaktadır revervasyonu ama aralarında derin bir sevgi olan kız kardeşini arkada bırakabilecek midir?
Birkaç kez iç sesini duyuyoruz Johnny’nin filmde. Açılış sahnesinde onu ehlileştirdiği vahşi bir atla görüyoruz ve şu ifadeleri duyuyoruz: “Tüm vahşi hayvanların içinde kötü bir şeyler vardır. Hayatta kalabilmek için, bu kötülüğün bir kısmının orada kalması gerekir”. İyi yürekli bir gençtir Johhny ve gerek kız kardeşine gerekse sevgilisine davranışlarına yansımaktadır iyi yüreği ama genç adam yaşadığı yerin çıkışsızlığının farkındadır ve yeni bir hayat kurmak istemektedir. Bunun içinse ailesini geride bırakmak zorundadır ve hapisteki ağabeyi de desteklemektedir bu kararını. Gitmek zorundadır çünkü hem Zhao’nun hikâyesi bunun neden zorunlu olduğunu sesini asla yükseltmeden, karakterlerine bir belgeselci gibi tarafsız bir gözlemcilikle yaklaşarak göstermektedir hem de filmin ithaf edildiği Samuel YellowHawk’un akıbeti aynı yönü işaret etmektedir. Samuel Yellow Hawk Pine Ridge’de yaşayan ve parlak bir gelecek vaat eden bir gençken çetelerle ve alkolle başı derde girince 2012’de henüz 20 yaşındayken intihar ederek son vermiş hayatına. Johhny’nin de alkol pazarındaki rekabet nedeni ile bir çete ile başı derttedir ve rezervasyonun ona sunduğu gelecek(sizlik) hiç de iyi bir son vaat etmemektedir.
Chloé Zhao kamerasını Pine Ridge’e sokmuş ve tanık oldukları üzerinden olanca sadeliği ile her anında sahici görünen bir öykü çıkarmış oradan. Oyuncularını amatörler arasından seçmesi ve onların da karakterlerini oynamak yerine, adeta kendi hayatlarını sürermişcesine yaşamaları yönetmenin seçiminin gücünü artırmış. Sadece anneyi oynayan Irene Bedard tecrübeli bir oyuncu ve hikâyenin kahramanı Johhny’i canlandıran John Reddy’nin de aralarında olduğu kadronun geri kalanının ise daha önce ya hiç oyunculuk tecrübesi olmamış ya da sadece bir iki kısa filmde görünmüşler. Reddy kurgu olduğunu unutturacak kadar gerçek görünen hikâyede insanın gözünü yaşartacak kadar somut bir hâle bürünen bir gerçekçilik getirmiş karakterine. Kız kardeş rolündeki küçük oyuncu Jashaun St. John da, büyürken bir yandan etrafına hüzünlü ve meraklı gözlerle bakan ve ağabeyinin korumasının olmadığı durumda geleceğinin ne olacağı konusunda soru işaretleri olan karakterini kameranın varlığını unutturan bir sadelikle canlandırıyor. Burada yönetmenin görsel tercihlerinin de oyunculara çok yardımcı olduğunu söylemek gerek; onları adeta serbest bırakmış yönetmen ve kameranın varlığını hissetmemelerini sağlamış neredeyse. Görüntülere imza atan Joshua James Richards’ın kamera çalışması zarif ve hafif bir hava ile bir şiirsel gerçekçiliği yakalamış ve böylece Zhao lirik bir havası olan ama doğallıktan asla uzaklaşmayan bir melankoliyi etkileyici bir şekilde yakalamış.
Havaya savrulunca uçuşarak buluta dönüşen (veya bulutlarla buluşan) toprak görüntüsü ile çarpıcı br son sağlayan final sahnesi başta olmak üzere; film teknik oyunlardan tamamen uzak durarak da sinemanın görsel bir atmosferi, içeriğin önemini hiç unutmadan yakalayabileceğinin kanıtları ile dolu. Hem ruhsal hem fiziksel olarak etrafta pek olmayan bir babanın farklı kadınlardan olan çocuklarının cenaze sonrasında veya farklı sahnelerde bir araya geldiği anlar bir kurum olarak ailenin hemen her unsuru ile başarısız olduğu bir toplumda yine de aile olmanın/olmaya çalışmanın önemini ve değerini gösteriyor bize. Kendi içinde sıkışıp kalmış, ne modern hayata ne de geleneksel yaşamlara tutunabilmiş ve adeta hiçbir yere ait görünmeyen bir toplumun -diğer benzerleri ile birlikte- resmini özenle ve yargılamadan çekmiş yönetmen ve Peter Golub’un alçak gönüllü ve büyülü bir hüznü olan müziğinden de aldığı destekle ilgiyi kesinlikle hak eden bir sonuç elde etmiş. Başta dövmeci Travis olmak üzere yan karakterlerini de çekici kılabilen film açılıştaki metafor yaklaşımını (vahşi hayvanlar için Johnny’nin söyledikleri) sürdürmeyerek de doğru bir seçim yapmış; böylece hem o metafor tekliği ile dikkat çekiyor hem de böylece yönetmen gerçekçi şiirinin havasını bozmamış oluyor. Görülmeli.
(“Ağabeylerimin Bana Öğrettiği Şarkılar”)