La Jetée – Chris Marker (1962)

“Âniden bir ses. Kadının mimikleri. Bükülen beden. Ve korkuyla bulanıklaşan mendirekte kalabalığın çığlıkları. Daha sonra o, o anda bir adamın ölümüne tanık olduğunu anlamıştı”

Nükleer savaş sonrasında, bilim adamlarının geçmişe ve geleceğe uzanarak bugünü kurtarma umudu ile zamanda yolculuğa gönderdikleri bir adamın hikâyesi.

Chris Marker’in yazdığı ve yönettiği bir Fransa yapımı. 28 dakikalık film sinema tarihinin tartışmasız başyapıtlarından ve yönetmenin de 1982 tarihli “Sans Soleil” (Güneşsiz) ile birlikte en çok bilinen ve üzerinde tartışılan iki yapıtından da biri. Usta Fransız sinemacı Alain Resnais’nin “Yirmi birinci yüzyılın prototipi” olarak, İngiliz sinema kuramcısı Roy Armes’ın ise “Sınıflandırmalar ötesi, biricik, Fransız sinemasının tek gerçek denemecesi” ifadeleri ile tanımladığı Marker’in yapıtı kendi ifadesi ile “film değil, foto-roman”. Siyah beyaz fotoğrafları kurgulayarak çarpıcı bir sinema dili oluşturan Marker’ın filmi başarılı ses tasarımı, farklı yorumlara açık ve derin analizleri hak eden içeriği, Fransız oyuncu ve tiyatro yönetmeni Jean Négroni’nin üstlendiği anlatıcı sesten duyduğumuz ve özenle yazılmış metni ve finalin daha da güçlendirdiği hüzün dolu acısı ile mutlaka görülmesi gereken bir sinema klasiği.

Şarkılara, filmlere ve videokliplere esin kaynağı olan film Terry Gilliam’ın 1995 yapımı “12 Monkeys” (12 Maymun) adlı yapıtına da ilham vermiş olması ile 1990’lardan sonra tekrar gündeme gelmişti. Buna karşılık, Gilliam’in yapıtı ne kadar gösterişli ve gürültülü ise, Marker’inki o kadar yalın ve sessiz bir çalışma. Yarım saatin altındaki süresi boyunca, çok kısa bir süre hariç, fotoğrafların (görüntü yönetmeni olarak Marker ile birlikte Jean Chiabaut’nun ismi geçiyor) başarılı bir kurgu (Jean Ravel ve yönetmenin ortak çalışması) ile bir araya getirilmesinden oluşan bir yapıt izliyoruz; ama ne dinamizm ne de gerilim anlamında herhangi bir eksiği var Marker’in filminin. Gelecek zamanda geçen ve filmin genel düzeyinin altında kalan kısa bölüm bir yana bırakılırsa, başarılı ses ve müzik kullanımının da katkısı ile dört dörtlük bir sonuç koymuş ortaya Fransız sinemacı. İngiliz besteci Trevor Duncan’ın bu film için yazılmamış olan ama romantizmi ve tuhaflığı bir arada barındıran müzikleri doğru bir seçim olmuş hikâye adına ve filmin garip bilim kurgu havasını desteklemiş. Bunun yanında, Paris’teki Rus Ortodoks Katedrali Korosu’nun seslendirdiği, Rus besteci Piotr Gontcharov’un “Krestu Tvoyemu” adlı dinsel eseri de öykünün gerilimli, trajik, gizemli ve felsefik içeriği ile sağlanan uyumu sayesinde filme ek bir boyut katmış. Ses tasarımı ve kullanımında da çok üst bir düzeye ulaşılmış. Sabit fotoğraflar üzerinde sürekliliği olan ses kullanımı, anlatıcı Jean Négroni’nin pek çok filmde dublaj sanatçısı ve anlatıcı olarak çalışacak kadar rağbet görmesini açıklayan güçlü bir tonlaması olan sesi, bilim adamlarının deneyler sırasındaki fısıltılı konuşmaları gibi uygulamalar ve kısa/âni sesleri ile çok üst bir düzeye sahip film.

“Bu film, çocukluğuna ait bir görüntüden çok etkilenmiş bir adamın öyküsüdür. Onu bu derece etkileyen ve anlamını ancak yıllar sonra keşfedeceği olay Üçüncü Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde Orly Havaalanın’daki ana peronda meydana geldi” sözleri ile açılıyor hikâye. Bu yazının girişinde yer alan cümlelerin anlatıcı tarafından seslendirildiği sahne Marker’in “foto-roman”ının en çarpıcı bölümlerinden de biri. Bu sahnede yakalanan görsel güç filmi görmek için tek başına yeterli bir neden ve Marker’in özgünlüğünün de en sağlam örneklerinden biri olabilir. Sinemacının “çok azla çok şey başardığı” yapıt sinemanın olanaklarının uçsuz bucaksızlığının da kanıtı oluyor bir bakıma. Savaş sonrası Paris’te geçen ve çoğu insanın öldüğü, her tarafta radyasyon olduğu hikâyede sağ kalan az sayıda insan arasında yer alan birkaç bilimi adamı sığındıkları Chaillot Sarayı’nın mahzenlerinde esirler üstünde deneyler yapmaktadırlar ve amaçları geçmişten ve gelecekten alacakları yardımla bugünü kurtarabilmektir. Hikâyenin kahramanı olan adamın seçilmesinin nedeni onun geçmişteki bir imgeye güçlü bir saplantısı olmasıdır ve bu saplantı onu zamanda yolculuk için ideal kılmaktadır. Adamı canlandıran Davos Hanich’in tüm sinema kariyerinde sadece bu kısa film ve bir de yine Marker’in yönettiği bir belgeseldeki (“Le Fond de l’air est Rouge” 1960 ve 70’li yıllarda Fransız solunun yükselişi ve Latin Amerika ülkelerindeki sosyalist hareketlere eğilen çok başarılı bir yapıt) anlatıcılık rolü var. Çok doğru fotoğraflarla hikâyenin baş karakterine trajik bir güç katmış görünen, ressam ve heykeltraş Hanich’in Marker ile dostluğunun 2. Dünya savaşı sırasında bir sığınmacı ve direnişçi olarak bulunduğu İsviçre’de başladığını da belirtelim onun hakkında ilginç bir not olarak. Hanich’in zaman yolculuklarında hep buluştuğu kadını ise 2020’de Covid-19’dan hayatını kaybeden Fransız oyuncu Hélène Châtelain “canlandırıyor” ve duru güzelliği ile özlenen/mutlu bir geçmişteki romantizmin nesnesine çok yakışıyor.

Hiçbir konuşma olmadan güçlü bir romantizmin yaratılabilmesinin de bir kanıtı olduğu gibi bazı fotoğraflarla yakalanan duygular ve vücut dilleri sağladıkları somut ve soyut hareketlilik/dinamizm sayesinde ne derece doğru bir içerik ve biçimle yaratıldıklarını da gösteriyorlar. Bu fotoğrafların yarattığı etkide kendileri kadar kurgunun da çok büyük önemi var kuşkusuz ve çarpıcı finalin son darbeyi vurduğu hikâye boyunca hep sağlam bir trajedi hissinin bize geçmesini sağlıyor. Terry Gilliam’ın kurgu ve ona eşlik eden soundtrack’i “yalın bir şiir”e benzettiği filmin “Zamandan kaçışın mümkün olmadığı” üzerine kurulu olduğu pek çok analistin/eleştirmenin ortak düşüncesi.

Tek hareketli bölümün Marker’in bir film kamerasını kullanma imkânı bulduğu çok kısa bir sürenin sonucu olduğu film, yönetmenin kariyeri boyunca defalarca işlediği gibi zaman ve hafıza üzerine bir meditasyon bir bakıma. Her bir karesinin (fotoğraflardan oluşan bir film için gönül rahatlığı ile kullanabiliriz bu sözcüğü) kaçırılmadan ve kesinlikle birden fazla izlenmesi gereken yapıt zaman kavramı üzerine de düşündürüyor bizi. Kraliçe 1. Elizabeth’e atfedilen “Geçmişin dermanı yoktur” sözünü hatırlatan finali, filozof John Dewey’in “Zaman ve hafıza gerçek birer sanatkârdır: Gerçeği arzularımıza göre yeniden biçimlendirirler” sözünü hem doğrulayan hem de melankolik bir şekilde yanlışlayan içeriği ile film bir sanat eserinin kendisi kadar, bir sanat eserini deneyimleme zevkini de tattırıyor seyircisine. Benzer bir biçimde imajların dönüştürücü, yanıltıcı ve anlatıcı özelliklerini de sürekli hatırlatıyor bize Marker.

Chris Marker en sevdiği yönetmenlerden biri olan Hitchcock’un 1958 yapımı “Vertigo” (Ölüm Korkusu) filmine, daha sonra “Sans Soleil” (Güneşsiz) adlı filminde de tekrarlayacağı bir göndermede bulunmuş. “Vertigo”da kendisini uzun süre önce ölmüş olan bir kadın olarak tanımlayan Madeleine karakteri (Kim Novak) onu izlemesi için tutulan eski bir dedektife (James Stewart) bir ağacın gövdesi üzerindeki halkaları göstererek ölü kadının doğum ve ölüm tarihlerini işaret eder. Marker’in filminde ise erkek gelecekten gelmektedir ve kadına kendisinin ileride var olacağı ve henüz gelmemiş bir zamanı gösterir. Burada ilginç olan, bu ânın geçmişte yaşanmış olması ki bir bakıma geçmişin de tekrar edilmesi anlamına geliyor bu. Marker’in erkek ve kadına doldurulmuş hayvanların sergilendiği bir müzeyi ziyaret ettirmesini ise, orada zamanın durmuşluğuna ve hayvanların donukluğunun (geçmişte kalmalarının) karşısında karakterlerin “bugün”ü yaşamaktan kaynaklanan neşesine bir gönderme olarak yorumlamak mümkün.

Evet, birden fazla kez görülmesi gerekli ve bu izlemelerin her birinde farklı bir tecrübe yaşatacak bir klasik bu. Sinemanın görselliğinin gücünü, üstelik klasik anlamda hareketlilikten uzak durarak hatırlatan yapıt zaman ve hafıza üzerine derin tartışmaları en azından başlatma gücüne de sahip kesinlikle.

(“Mendirek”)